19.YÜZYILDA OSMANLI DEVLETİNİN SOSYAL SİYASİ KÜLTÜREL DURUMU YAPISI ORTAMI, 19.YÜZYILDA OSMANLI DEVLETİNİN SOSYAL VE SİYASİ YAPISI, 19.Yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu,
19.YÜZYILDA OSMANLI DEVLETİNİN SOSYAL VE SİYASİ YAPISI
19.YÜZYILDA OSMANLI DEVLETİNİN SOSYAL VE SİYASİ YAPISI
19. Yüzyıl Osmanlı İmparatorluğuna Genel Bakış
19. Yüzyılda Osmanlı Devletinde Siyasi Durum
Osmanlı İmparatorluğu, 19. Yüzyılın başlarında gerek toprak ve gerekse nüfus bakımından dünyanın en büyük devletlerinden birisiydi. Ancak kurum ve kuruluşları bu büyüklüğü taşıyacak güçten yoksundu. 18. yüzyıldan itibaren komşu ülkelerin ekonomide, siyasette, savaş tekniklerinde göstermekte oldukları gelişme, bu dönemde olanca hızı ile sürmekteydi. İmparatorluk ise hızla toprak kaybediyordu. Mısır, Yunanistan, Sırbistan, Eflak, Boğdan, Bosna-Hersek, Bulgaristan, Kıbrıs, vs birer birer kaybedildi. Ancak buna rağmen sınırlar bir hayli genişti. İdari kurum ve kuruluşlar ülke yönetiminde sorunlarla karşılaştılar.
Bu dönemde, Osmanlıların sosyal, iktisadi ve siyasi hayatında istisnai değişiklikler meydana geldi. “Hasta adam” artık eski uluslararası önemini yitirmişti. İmparatorluk hızla toprak kaybetmesine rağmen, ayakta durmasının sebebi ise Osmanlı ile Avrupa’nın uluslararası bürokraside siyasi-ekonomik bakımdan ortak çıkarlarının bulunmasıydı. Büyük devletler, iktisadi ve mali çıkarlarına dokunulmadığı sürece Osmanlı’nın ayakta kalıp direnmesine göz yumdular. Avrupa tüccarları ve iş adamları genellikle Osmanlı ekonomisine çeşitli yollarla iştirak edebiliyorlardı. Fakat Yunanistan, Sırbistan, Eflak ve Boğdan gibi eyaletlerde ortaya çıkan karışıklıklar kontrol altına alınamayınca bunların pazarlarına nüfuz şüpheye düşmeye başladı. Bunun üzerine büyük devletler, bu ülkelerdeki Osmanlı tebaasının Osmanlı devletinden ayrılma hareketlerine yardım ettiler. Ancak buna rağmen, İstanbul bürokrasisinin güttüğü iktisadi siyaset Osmanlı hakimiyeti altındaki eyaletlerdeki pazarları açık tutmaktı. Dolayısıyla Osmanlı devletinin tamamen yıkılması Batılıların iktisadi amaçlarına hizmet etmezdi. Bu nedenle büyük devletler Osmanlı merkez teşkilatının takviyesini tercih ediyordu. İmparatorluğun pazarlarına merkezi bir idareden elde edilen imtiyaz ve muafiyetlerle hakim olmak işlerine geliyordu. Bu yüzyılda Osmanlı merkez idaresi daha da güçlendi.
Osmanlı Devletinde, modern kurumlara artık ihtiyaç duyuluyordu. Yönetsel, toplumsal, ekonomik ve kültürel anlamda “modernleşme” kaçınılmaz olarak eksikliğini göstermiştir. Modernlik, salt değişim ya da olaylar silsilesi de değildir; akılcı, bilimsel, teknolojik ve idari etkinliğin ürünlerinin yaygınlaştırılmasıdır. Osmanlı toplumunda ise İslam dininin etkisi yaşamın her alanında etkisini göstermekteydi. Modern toplumdan söz edebilmek için bilimin teknolojik uygulamalarının olması tek başına yetersiz kalacaktı. Entelektüel etkinliğin siyasal propagandalar ya da dinsel inançlardan korunması, yasaların tarafsızlığının kişileri torpile, adam kayırmaya, particiliğe ve yolsuzluklara karşı koruması, kamu ve özel yönetimlerin kişisel bir iktidarın aracı haline gelmemesi, tıpkı kişisel servetlerle devletin bütçelerinin ayrı tutulması gibi özel alanla kamusal alanın da birbirinden ayrı tutulması gerekmektedir. Oluşturulabilecek modern kurumlarla ekonominin güçlendirilip, ticari ilişkilerin canlandırılması, sanayi, tarım gibi alanlarda yenilikler yapılmasına ihtiyaç duyulduğu ifade edilmelidir.
Ulus oluşumunun da modernliğin siyasal bir biçimi olduğu söylenebilir. Ulus, geleneklerin, göreneklerin, farklılıkların yerine bütünleşmiş, aklın önderliğinde yasalar tarafından yeniden yoğrulmuş ulusal bir neferdir. 19. yüzyıl bu bağlamda küresel olarak imparatorlukların çözüldüğü bir yüzyıl olmuştur. Osmanlı’da da “mozaik toplum” yapısı egemen olduğu için, devletin küresel ulusçuluk akımlarından gelebilecek her türlü etkiye karşı korumasız kaldığı söylenebilir. Böylelikle 19. yüzyıldaki hızlı toprak kayıplarının bir nedeni olarak devletin uyguladığı yönetsel eksiklikler, teknolojik geri kalmışlık, ekonomik yetersizlikler, vb.nin yanı sıra ulusçuluk akımlarının da etkisi olduğu açıktır.
Kasaba’ya göre, Osmanlı-Türk aydınları ve bürokratları, milliyetçi söylemlerin çeşitli bölümlerini bir araya getirerek ister milliyetçi, ister ırkçı, isterse İslamcı olsun, Osmanlı devletini yeniden örgütlemeyi hedefleyen alternatif vizyonlarla sürekli bir diyaloga girmişti. Bu diyaloga girerken amaçları Sırplar ya da Yunanlıları kazanmaktan çok hayali bir üçüncü tarafı kendi seçtikleri yolun imparatorluğu “kurtarmak” için doğru, haklı ve mantıklı yol olduğuna ikna etmekti.
19. yüzyılda, Osmanlıların sosyal, iktisadi ve siyasi hayatında istisnai değişimler meydana gelmiştir. Avrupa ülkelerinin gücünü ve etkisini arttıran değişikliklerin, Osmanlı kurumlarının kapsamlı bir şekilde yeniden gözden geçirilip organize edilmesinin yolunu açmış olduğu belirtilebilir. Amaç, hükümet yapısında batıyı model olarak seçmek, merkezi yönetimin daha da merkezileşip genişlemesini sağlamak ya da en azından mevcut yapıyı sürdürülebilir kılmaktır. Ancak şiddeti gittikçe artan savaşlar bunu bir hayli zorlaştırıyordu
Yeniçeri Ocağı, isyanlar, savaşlar ve ıslahatlar
III. Selim, 1789’da tahta çıkmıştır. Islahatlarıyla tanınan III. Selim zamanında, mali durum gittikçe kötüye gidiyor, hazine yeni gelir kaynakları arıyordu. Ağır yenilgilerle sonuçlanan savaşlar, isyanlar, muazzam bir bütçe açığı yaratıyordu.
Bu dönemde, gerçek orduyu temsil eden savaşçı kuvvet, yeniçerilerdi. Bu ocağa girmek ve çalışmak, çok sıkı şartlara bağlanmıştı ve köylü ve savaş esirlerinden oluşan bir birlikti. Yeniçeri ocağının bozulmaya başlaması köylü çocuklarından vazgeçilerek esnaftan insanların alınması ile başlamıştır. Zamanla ocak, işsiz, yeteneksiz insanlarla dolmaya, talimler önemsenmemeye başladı. Yeniçerilerin maaş senetleri, piyasada alınıp satılan tahviller gibi değerli bir ticaret emtiası olmuştu. Yeniçerilik defterine yazılı ve para alan insanların sayısı bu dönemde 400.000 olduğu halde faal olan ancak 60.000 kişi vardı. Bunlardan savaşa katılanlar da yalnızca 25.000 kişi idi. Bir de yeniçerilerin aylıkları mühmel bırakıldığı için, bir çok suistimalle karşılaşılmıştır. Bu suistimallerin yaygınlığı ve önemi, III. Selim için düzenlenen layihalarda çok sık dile getirilmiştir.
Bu durum, III. Selim’de askeri ıslahat fikrini pekiştirmiştir. 1794’te yeni usullerle talim edilmeleri istenen Nizam-ı Cedit adıyla bir ordu kuruldu. Bu yeni kurulan ordunun araç gereçleri de yurt dışından ithal ediliyordu. Nizam-ı Cedit’e yazılan askerleri kaçırmamak için maaşlarında da artış düşünüldü.
Nizam-ı Cedit’in askeri masraflarını karşılamak için, İrad-ı Cedit adıyla yeni bir hazine oluşturulmuştur. İrad-ı Cedit hazinesi, iki kısımdan meydana gelecektir. Gelir ve giderler birinci kısımda toplanarak, askeri gereklilik dışında kullanılmayacaktır. Her mali yıl sonunda oluşabilecek fazlalıklar hazinenin ikinci kısmına eklenerek, gelecekteki savaşlar için yedek akçe oluşturulacaktır. Yedek akçenin de en az 150.000 kese olmasına gayret edilecektir. 200.000 kese değerinde düzenlenmesi planlanan İrad-ı Cedit hazinesinin gelir kaynakları ise zeamet ve tımarlardan, mukataalardan oluşacak; bunun dışında tütünden alınan vergi %6’ya çıkarılacak, rakı, şarap, kahve, hayvan, üzüm, ferman ve beratlara da vergi getirilecekti. Bu hazinenin 1803 yılındaki toplam geliri 460.345 kese ve 86 akçeden, toplam gideri de 387.984 keseden oluşmuştur. Dolayısıyla bu yılda 72.361 kese ve 86 akçe fazlalık ortaya çıkmıştır.
Yeni kurulan ordu için düzenlenen ıslahat layihalarında iktisadi tedbir olarak yalnızca sikkenin ıslahı görülmektedir. Bu durum da, devlet adamları içinde iktisadi sorunları kavrayan kimselerin olmadığını göstermektedir. Ancak buna rağmen Padişah, devletin ileri gelenlerinde samur, kakım ve vaşak kürk ve çiçekli kumaş giymeyi, kadınların İngiliz çulhasından elbise yapmalarını yasaklayarak iktisadi tasarrufa yönelmiştir.
Bu gibi ıslahatlardan yeniçeri ocağı oldukça rahatsız olmuş, talimleri bırakmış, açıkça isyanlar çıkarmaya başlamıştır. 1807 yılında yeniçerilerden, Kabakçı Mustafa Paşa büyük bir isyan çıkardı. Yeniçeriler, hükümetten bazı isteklerde bulundular. Mesela, Müslim ve gayrimüslim kimsenin canına, ırzına ve malına dokunulmayacaktır, vs. Bunun üzerine Padişah, isyan edenlerin bir an önce dağılması için isteklerini kabul edip Nizam-ı Cedit’i kaldırdığını duyurmuştur. Yeniçeriler, III. Selim’i iki defa yeniçeri isyanına hedef olduktan sonra feci bir şekilde öldürmüşlerdir.
Kabakçı isyanının temel amacı yeniçerilerin tasfiyesine engel olmaktı. Çünkü yeniçeri askerlerinin defter kayıtları, fiili sayılarından oldukça fazlaydı ve maaş da defter kayıtlarına göre çıkarıldığından, fazla maaş senetlerini aralarında paylaşır ya da piyasada tahvil gibi satarlardı. Bu isyanın halk desteği bulmasının diğer iktisadi nedenleri de, İrad-ı Cedit hazinesi için yapılan vergi düzenlemelerinin halkı rahatsız etmesi ve Nizam-ı Cedit askerlerinin, levazım ve teçhizatının yurt dışından getirilmesidir. Dolayısıyla yeniçerilere malzeme üretip satan esnaf da bu durumdan pek hoşnut olmamıştır. Ünal’ın ifade ettiğine göre isyanların bir sebebi de ıslahatçılardı. Islahat yapan üst düzey insanlar aşırı derecede lüks içinde yaşıyorlardı. İddiaya göre Hüseyin Paşa, paralarını 27 demir kasada muhafaza edip, sofrasında 40 çeşit yemek yedirip, Bohemya kristal bardaklarıyla ithal şaraplar içiyordu. Bir yılda kadılık eden bir ıslahatçı, yıl sonunda 184.000’er lira elde etmiş, görkemli yalılar, konaklar yaptırabilmiştir.
Kabakçı isyanı dışında bir de Sırplar ve Rumlar isyan çıkarmışlardır. 1804 yılında Sırpları isyana sürükleyen nedenler arasında Rusya, Avusturya ve Fransa’nın etkileri görülmektedir. Bu devletler, yükselen değerler silsilesinde hızla yerini alan ulusçuluk akımlarından faydalanarak Sırpları baş kaldırmaya yöneltmişlerdir. 1812 yılında imzalanan Bükreş Antlaşması ile Sırplara, kendi kendilerini idare etmek, verilecek vergi miktarını Osmanlı hükümeti ile müştereken tarh ve tahsil etmek hakları tanındıysa da Sırplar, bununla da yetinmeyip 1829 Edirne Antlaşmasına kadar isyana devam etmişlerdir. Bu antlaşmaya göre, Belgrad dahil birkaç kale dışında Osmanlı askerleri çekilecek, iç işlerinde serbest kalacak, dış siyasette de Osmanlı’ya bağlı kalarak bir miktar da vergi verecektir. Ancak 1830’dan sonra, kalan Osmanlı askerlerini çektirmek ve vergi vermemek için mücadeleye başlayarak 1878 yılında da tam anlamı ile bağımsız olmuştur.
Sırplardan sonra bir de Rumlar ayaklanmışlardır. Ancak Rumların ilginç yanı, ülkenin hemen hemen her yerinde dağınık bir şekilde yaşamış olmalarıdır. Rumlar, oldukça zengin bir millet olmanın yanında, bulundukları bölgelerdeki ekonomik ve sanat faaliyetlerine de egemen olarak iyice zenginleşmişlerdir. Özellikle Kaynarca Antlaşması’nda Rumlara tanınan, Karadeniz’de Rus bayrağı takarak ticaret yapabilme imtiyazı, hem Karadeniz’de hem de Akdeniz’de ticareti ellerine geçirmesine yol açmıştır. 1821 yılına doğru Rumların 3500-4000 tane ticaret gemilerinin olduğu ifade edilmektedir. 1829 Edirne Antlaşması ile de Yunanistan bağımsızlığını elde etmiştir.
Söz konusu antlaşma sonrasında da Mısır sorunu patlak vermiş, Mısır valisi Mehmet Ali, isyana başlamış ve Suriye’yi işgal etmiştir. Oğlu İbrahim Paşa da Adana bölgesinin vergilerini toplama imtiyazı almıştır. II. Mahmut, bu yenilgiyi hazmedemeyerek İngiltere’den yardım istemiş ve bunun sonucunda, İngiltere ile, Osmanlı ticaret hayatını topyekün etkileyen 1838 Balta Limanı Antlaşması imzalanmıştır. Antlaşmaya rağmen İngiltere, kendisinden beklenilen desteği vermemiştir. Sonunda da Nizip’te Osmanlı donanması bir yenilgi daha almıştır. Bunun üzerine Avrupalı devletler, işe daha çok karışmış ve askeri yardımlarda bulunmuşlardır. 1841’de Mehmet Ali, Mısır valiliğinin babadan oğla geçmesi karşılığında Suriye’den vazgeçmiştir. Mısır, 1914’e kadar Osmanlı İmparatorluğunun sadece ismen bir parçası olarak kalmıştır.
Akşin’e göre, 1839 askeri iflasından sonra (Osmanlı-Mısır savaşı) Osmanlı Devleti tam bağımsız bir devlet olmaktan çıkmış, yarı bağımlı (ya da sömürge), yarı bağımsız bir devlet durumuna düşmüştü. Osmanlının ilginç yönü, şu ya da bu devletin değil, ama büyük Avrupa devletlerinin ortak yarı sömürgesi olmasıydı.
Mısır’ın bu kadar önemli olmasının sebebi ise, Mehmet Ali Paşa’nın varlığı sırasında, zirai, iktisadi, sınai, askeri ıslahatlarla bölgenin çok hızlı bir şekilde kalkınma gerçekleştirmiş olmasıdır. Ziraatte ürün vergisi uygulanmış, ticaret ve endüstride inhisar sistemi vazetmiş, pamuk, afyon, pirinç ziraatine hız verilmiş, iplik, alkol, şeker, bez fabrikaları açılmış; böylelikle Mısır’ın senelik geliri 1805’te 13.000 kese iken 1824’te 400.000 kese olmuştur. Bunun yalnızca 12.000 kesesi vergi olarak İstanbul’a gönderiliyor, geri kalanı ise Mısır’da kalıyordu. Mısır da bunu genellikle askeri yeniliklerde kullanarak hem ordusunu hem de ekonomisini güçlendirmiştir.
Dolayısıyla bu gibi durumlar da, isyanların çıkış sebeplerinin çoğunlukla ekonomik olduğunu gözler önüne sererek, 19. yüzyıl Osmanlı ekonomisini çöküşe hazırlayan etmenler hakkında önemli veriler sunmaktadır.
Islahatlar açısından ise II. Mahmut devri, tamamen yeni bir dönem olmuştur. İlk olarak, reforma daima muhalefet olan, ama ekonomik anlamda da şehir hayatına katkı sağlayan yeniçeri ocağını, geçmiş dönemlerdeki başarısızlıklarını göz önüne alarak, 1826 yılında kaldırdı. Merkezileşme ve batılılaşma programlarına böylelikle hız verilmeye başlanmış oldu. Bu gelişme 3 Kasım 1839’da Sened-i İttifak sözleşmesine de zemin hazırlamıştır. Bu belgede, ileri gelen ayanlar tarafından, yeniçerilerin gediklerinin kaldırılması, askerlik yapanlara ulufe verilmesi, vergilerin yalnız hükümet adına tarh ve tahsil edilmesi gibi düzenlemeler teklif edilmiştir. Bu vesileyle Padişahın mutlak otoritesi ilk kez sınırlanmak istenmiş ve ayanlara devletin karar verme yetkilerini fiilen ele geçirme fırsatı verilmiştir. Bu düzenleme, ayanların fiilen kurulmuş bulunan feodal haklarına hukuki bir zemin hazırlama amacı taşıyordu. İşte Sened-i İttifak, bu mahiyeti ile modern devlet anlayışına aykırı bir cereyanı temsil eder. Ancak, merkeziyetçi ve mutlakiyetçi saltanatın bunu önleyen çabaları olmuştur. Sonuç olarak Sened-i İttifak, ileri gelen güçlü ayanların birer birer ortadan kaldırılmasıyla hükümsüz bir belge niteliğine bürünerek zamanla unutuldu. Fakat Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk kez, Padişahın mutlak otoritesini sınırlandırma girişimi olduğu için siyasi tarih açısından önemli bir niteliğe sahiptir.
Osmanlı-Türk toplumunun batılılaşmaya, çağdaşlaşmaya ya da modernleşmeye kesin adım atması Tanzimat iledir. Bunun aynı zamanda insan haklarına, hukuk devletine, özgürlük ve demokrasiye doğru atılan bir adım olduğu ifade edilmektedir. Tanzimat hareketi, kanun egemenliğini kurma ve yönetimi yeniden düzenleme olarak anlaşılıyordu. Tanzimat önderlerinin kendileri de girişimin amacını ve yöntemini aynı biçimde değerlendiriyorlardı.
Aslında II. Mahmut’un başlattığı yenilikler dizisinin devamından başka bir şey olmayan Tanzimat devri, I. Meşrutiyetin ilan edildiği 1876 yılına kadar sürmüştür. Abdülmecit, 1856 yılında yeni bir Islahat fermanı yayınladı. Bu ferman 20 noktada gayrimüslimlerle Müslümanlar arasında eşitlik sağlamayı amaç edinmiş bir belgedir. Din özgürlüğü, kamusal ve özel ilişkilerde gayrimüslimlere hakaret edilmemesi, bütün uyrukların eşit ve serbest bir şekilde ticari ve ekonomik teşebbüslerde bulunabilmesi, yine herkesin eşit bir şekilde vergi vermesi, yerel meclislerde gayrimüslimlerin de temsil edilebilmesi, vb. bir çok yenilik getirilmiştir. II. Mahmut’un ölümünden 1877-78’e kadar batılılaşmaya yönelen bürokratlar (Tanzimatçılar), ıslahat reformlarını destekleyen en büyük kuvvet olmuşlardır. Bu program laikliği ihtiva ediyor ve bütün siyasi, sosyal, kültürel ve iktisadi hayat sahalarını kapsıyordu. Müslümanların ve gayri Müslimlerin kanun önünde tam eşitliği ve bazı seçkin zümrelerde kadın erkek eşitliği bunların arasındaydı. Bunun gibi pratik yapılanmalarla, merkezi idareyi yeni baştan düzenleme hedefi güdülmüştür. Hristiyanlardan alınan cizyenin kaza ve köylerden toplu olarak tahsili, davaların halka açık olarak görülmesi, iltizam usulünün kaldırılarak herkesin mal varlığına göre uygun bir vergi vermesi, büyük boyutlara ulaşan rüşvetin ılgası gibi düzenlemeler getirilmiştir.
Sayar’a göre, 1838 Balta Limanı Ticaret Antlaşması’ndan bir yıl sonra ilan edilen Tanzimat, taşıdığı ekonomik ruh itibariyle 1838 antlaşmasının kesin bir uzantısı olmaktadır. Mal güvencesini iktisadi rasyonalizme bağlama bekleyiş ve inancı tamamıyla batı iktisat düşüncesinin Osmanlılara empoze ettiği ıslahat girişiminin can alıcı noktasıdır. Tanzimat Fermanı’nın, uzun bir süredir yasalaşmak isteyen özel mülkiyetçi eğilimleri pekiştirmesi, dolayısıyla asırlardır Osmanlı Devleti’nin ekonomik yapısında kesin ve etkin bir söz sahibi olmuş mutlak mülkiyet anlayışına indirdiği darbe ile 1838 antlaşmasına çok şey borçlu olduğu ifade edilmektedir. Ancak uygulamada özel mülkiyetçi tutkuların giderek palazlanması yanında toplumun, özel teşebbüsle kurduğu bağları zayıf ve silik kalmıştır. Üretime dönük iktisadi karar birimleri de kar maksimizasyonuna yönelik değildi. Toplumda nüve halinde dahi olsa girişimci olacak bir orta sınıf kendiliğinden kristalleşememiştir. Osmanlı sanayisini yaşatacak idari ve teknik kadronun olmayışı da Tanzimat’ın ekonomik ruhuna çok fazla canlılık getirmeyen önemli bir engel olarak görülmüştür