ISKENDER PALA OD ROMANI TAHLILI INCELEMESI, OD ROMANI INCELEMESI TAHLILI ZAMAN MEKAN OLAY KISILER, ROMAN TAHLİLLERİ,
1.Romanın Adı: OD
1.Romanın Adı: OD
2.Romanın Yazarı: İskender PALA
3.Romanın Basıldığı Yer ve Tarih: Ticarethane Sokak No:53 Cağaloğlu/İstanbul Ekim 2011
4.Romanın Yayınevi veya Yayınlayanı: Kapı Yayınları
5.Romanın Ebatları: 19.5 x 13.5 cm = 263.25 cm2
6.Romanın Sayfa Sayısı: 359
B.İçerik Yönüyle İnceleme:
1.Olayın Özeti
İskender Pala, Od’da Yunus Emrenin hayatını konu ediniyor. 13. yy. Anadolu’sunda insanlık dersi veren Yunus Emre’nin yanında, Mevlânâ’dan Barak Baba’ya, Hacı Bektaş’tan Turakçın Baba’ya Temür Alp Ata’dan Tapduk Emre’ye Anadolu’yu sabır, aşk ve inanç mayasıyla kuranların hikâyesi dile geliyor.
Roman Yunus Emre’nin şiirlerinde de geçen Molla Kasım ile birlikte başlıyor. Romanda Molla Kasım Yunus’un hayatını kaleme alıyor.
Yunus Emre’nin Sitare, diğer ismiyle Elif’e duyduğu aşk da önemli bir yer tutuyor romanda. Yunus, Sitare’sini erken yaşta yitirir. Ebedi aşk, ilahi aşkın eşiği Sitare’nin gözleri, elleri ve sesindedir. Oradan şiire gidecektir Yunus Emre. Dağlar ile taşlar ile çağırmanın sırrına erecektir. Yunus, romanda çok sevdiği oğlunu da kaybeder. Yunus bu zorluklarla boğuşurken bir yandan da Anadolu Haçlı istilacıları, Moğol askerleri, hırsızlar, uğursuzlar, Alamut fedaileri tarafından deşilmektedir.
Zulüm ve acının kol gezdiği bu topraklarda Yunus aşka giden yolun şiirden geçtiğini anlamış ve bu yolda ilerlemiştir. Bir süre sonra tıpkı dedesi gibi o da tüm Anadolu’nun örnek aldığı insanlar arasına girmiştir.
13. yüzyılın her bakımdan kavruk ve yanıp yıkılan ortamına Yunus Emre’nin gelişi tarihi atmosfer içerisinde hakiki anlamına kavuşturuluyor. Yıkıntılar ve yangınlar içinden bir gönül ve bir insanlık anıtının inşa edilişi cümle cümle anlatıyor ve elbette kalbe dokuna dokuna yol alıyor. Romanın her sayfasında Yunus’un hamlıktan saflığa geçişi okunuyor.
Biliyorum,
“Biz bu ilden gider olduk,
kalanlara selam olsun,” demişti…
Yine Biliyorum,
“Bizim için hayır dua kılanlara selam olsun.” Demişti…
Ve Sevgili’ye gittiği o geceden sonra adının dilden dile,
Aşkının gönülden gönüle dolaştığını da biliyorum…
Şimdilerde ona kimisi Âşık Yunus, Miskin Yunus…
Derviş Yunus…Varsın onu da desinler.
Ve Türk yurtlarında, onu en çok “Bizim Yunus” diye çağırırlar.
Biliyorum…
Ten fânidir, can ölmez
Çün, gitti geri gelmez
Ölür ise ten ölür
Canlar ölesi değil
b.Romanın Olay Halkalarıdan Örnekler:
Sayfa 23:
İBRAHİM
uçan cehennem ateşi – Sitare alevler arasında – Satı Nine – İbrahim’in çığlıkları – öfkeli Çekikgöz atlıları
Bu fenada bir garipsin
Gülme gülme, ağla gönül
Derdin dahi çoktur senin
Gülme gülme, ağla gönül
Her şey, uçan ateşlerin gelişiyle başlamıştı Molla Kasım. Bugünkü kadar soğuk bir gündü. İbrahim Sitare’nin kucağında uyuyordu. Bozkırın dondurucu ayazını boğan o dehşetli sıcağı hissettiğim vakit, kıyamet kopuyor sanmıştım. Kulaklarım uğulduyor, gümbürtünün şiddetinden beynime tekrar tekrar gülleler düşüyordu. Ne ben, ne çocuklarım, ne de Ucasar’da başka bir kimse böyle bir şiddetli sesi o güne kadar duymuş değildik. İlk aklıma gelen şeyi yaptım. Çığlık çığlığa bağrışmakta olan İbrahim ile İsmail’i kucakladığım gibi yataktan fırladım. Elimde bir ıslaklık hissettim. Kan olmalıydı. Osırada eşim, yatağın içinde tostoparlak olmuş, kirman gibi dönüyor, çırpınıyordu. Var gücümle bağırdım:
”Sitare!.. Sitare!.. Çabuk kaç, dışarı, dışarı!..”
Onu hiç böyle görmemiştim. Her konuda benden atik davranen, her zaman benden evvel karar verip uygulayan güzeller güzeli Sitare beni duymuyordu. Bir göz odadan ibaret evimizin bacasını yıkarak her yana dağılan ateş parçaları elbisesini tutuşturmak üzereydi. Onun ne derece çevik, atak ve hareketli olduğunu bilmesem, orada, yatağın üstünde başka bir kadın oturuyor zannederdim. İbrahim ile İsmail’i hızla dışarıya götürdüm. İbrahim’in şakğından kan sızıyordu. Onları buz tutmuş toprağın üzerinde birbirine yaslayıp eve geri döndüm. İçerisi korkunçtu. Sitare hala alevlerin arasındaydı ve iradesini kullanamadığı aşikardı. Eşikte asılı abamı kapıp, alevlerin arasından hızla koştum. Keçe, alevleri söndürmek veya sıcaklığından korumak için birebirdir. Sitare ateş çemberinin içinde bir noktaya çakılı gibi dönüyor, delice dönüyor, bir adım dahi hareket etmeyi başaramıyordu. Korku, onu kendinden almıştı. Abayı üzerine örterken çevreme baktım. Dışarıda neler olduğunu anlamaya çalıştım, bu ateş topunun bacamızdan nasıl girdiğini anlamaya çalıştım. Galiba köyümüzden geçerek bir yerlere kaçan muhacirlerin dehşetle anlatıp durduklrı ”uçan cehennem ateşi” bu olsa gerekti. Türk, Rum veya Acem’den olup son birkaç ayda yoğunlaşan bu göç ve kaçış kafilelerinin hemen hepsi, bu kıyamet ateşinden korkuyla ve ürke ürke bahsediyorlardı da, ben hayal etmekte zorlanıyordum. Göz kırpasıya kadar evimizin içini kalayan bir dehşetti bu. Herkesin yaşadığı o korkunç yıkım sırası bize gelmişti anlaşılan. Çekikgöz artık köyümüzdeydi. Daha doğrusu Sitare’nin köyünde.
Arka arkaya duyduğumuz o korkunç gümbürtüler, içleri demirle sıvanmış büyük bambu gövdelerinden oluklara koydukları büyük paçavraların ”barut” dedikleri güherçile tozu ile patlamasından çıkıyormuş. Tabii yanarak uçan bu paçavra, teller ve kenevirle birbirine sarmalanıp güherçile ve çamsakızı hamuruna bulaştırılmış sayısız kıymık, çıra, taş ve çividen oluşan insan kafası büyüklüğünde bir topun -bozkır halkı buna gülle adını takmıştı- çevresine sarılıyor ve düştüğü yerde parçalandığı vakit heryeri yakmaya başlıyor, canlıları öldürüyordu. Haçlı kafirinin mancınık ile attıklarını meğer bu Çekikgöz, genişten geniş boruların içine koyup atarmış.
Sitare’yi alevlerden çıkarır çıkarmaz, çığlıkları kesilmeyen İbrahim’i yokladım. Başının arka yanında büyük bir yarık açılmış, sızıntı halindeki kan şimdi şiddetle akmaya başlamıştı. Sitare kendine gelemiyordu bir türlü. Cenk oyununda nice erkeği dize getiren Sitare, bir gelincik yaprağı gibi titriyor ama bıraktığım yerden milim hareket etmiyordu. İsmail’le ikisini doğruca ahıra taşıdım. Sarıkız’ın yem teknesini yana ittirip, altına açtığımız mahzene indirdim. Ucasar’da hemen herkes, Çekikgöz korkusuyla evinin mahzenine, ahırına, bahçesine böyle gizli bir sığınak yapmıştı. Babamın hançerlerinden birini Sitare’nin eline tutuşturdum. Çok sevdiği heybenin gözlerine -ki bu heybe onun çeyizinin en sevimli parçasıydı, kendisi dokumuştu ve içine özel eşyalarını koyardı; söylediğine göre nakışlarını işlerken hep beni düşünmüş- birkaç meyve ve iki dilim somun sıkıştırıp ayağı ucuna yığdım. Kılıcı yanına koydum ve diğer hançeri de belime sokup, tekneyi tıpkı bir mahzen kapağı gibi ait olduğu yere yerleştirdim. İçine de Sarıkız yesin diye bir kucak kenger atıp yularını bağladım. Zavallı hayvan gürültüden korkmuş, böğürüyordu. Boynuzlarından tutup başını okşadım. O bizim yegane dünya nimetimiz idi. Ailemizden biri gibiydi. Beraber çift sürüyor, verimsiz toprağı işliyorduk. Ben başını okşarken biraz sakinleşti. Göz göze geldik. Galiba beni anladı, ”Hiç merak etme, ben buradayken Sitare ve İsmail bebeğe ziyan erişmez!” der gibi yüzüme baktı. Başını öne doğru birkaç kez sallayıp böğürdü.
İbrahim’i kucaklayıp koştım. Her traf gümbür gümbür çalkalanıyor, her gümbürtüden sonra gökyüzü aydınlanıyor, ardından yeni çığlıklar duyuluyordu. Gökyüzü değişik istikametlere uçan cehennem ateşleriyle doluydu. Bir tanesi üzerime düşmeden İbrahim’i Satı Nine’nin merhemlerine yetiştirmem gerektiğini biliyordum. Çığlıkları iniltiye dönüşmüş, bedeni külçe gibi ağırlaşmıştı. Ne sorsam yalnızca ”Anneeee!..” feryadıyla karşılık veriyordu. Başındaki yarığa mintanımın yeniyle bastırıyor, kanın akmasını engelllemeye çalışıyordum. Sesim cehennemden uçan o ateşin sesini bastıracak şekilde bağırmaya başladım:
”Satı Nineeeeee!.. Satı Nineeeee!..”
Sonra koştum, koştum.. Ölen ve ölülerinin başında ağlayan insanlar arasından geçtim. ”Az kaldı! Yavrum, İbrahim’im az kaldı!” Ama hayır, İbrahim’in iniltileri gittikçe yavaşlıyordu. Neyse ki yolun sonundaydım. İki hane ötede Satı Nine’nin kapısına varmış olacaktım. Bir an kulaklarım yeniden uğuldadı, bağrımda bir acı hissettim. Son gördüğüm şey, evlerden daha yüksek bir alev patlamasının önümde üzerime doğru atlarını öfkeyle süren elleri diken topuzlu iki Çekikgöz oldu.
2.Kişiler:
a.Asıl kişiler:
I.Ruhi Portre:
Kişinin iç dünyasının, alışkanlıklarının, duygularının, fikirlerinin, zayıf taraflarının vs. anlatıldığı portreye denir. Bu portrede; kişinin ahlâkı, alışkanlıkları, düşünceleri ilginç bir üslupla anlatılır. Portreye konu olan kişinin düşünceleri ve anlayışları daha etkili olarak ortaya koymak için onun sözlerine de yer verilebilir.
YUNUS EMRE: Annesini çok küçük yaşta kaybetmiştir. Babasıyla ve babannesiyle yaşamaktayken babası onu babannesinin yanında bırakarak kendi babasını aramaya gitmiştir. Onu babannesi büyüktmüştür. Daha sonra elif ile tanışmıştır ve onu hayatının yıldızı yani Sitaresi yapmıştır. Sitareden İbrahim ve İsmail adında iki oğlu vardır. İbrahimi küçük yaşta kaybetmiştir. Sitare ve İsmail’i alarak başka bir yerde hayat kurmuştur. Daha sonra Sİtareyi’de kaybetmiştir. İsmail’i Satı Nine’ye bırakarak doğru yolu bulmaya çalışmıştır. Bir dergaha yerleşmiştir. Burada nefsini köreltmeyi, Allaha yönelmeyi, kendini sınamayı öğrenmiştir. Bu arada oğlu İsmail, Çekikgöz askerleri tarafından kaçırılmıştır. Herkese oğlunu sormakta ve aramaktadır.
MOLLA KASIM: Eğitimli, dindar bir kişiliktir. Olaylar karşısında fevri davranışlar sergiler. Yunus Emre’nin şiirleriyle kendi düşüncelerinin uyuşmadığını anlayınca şiirlerini suya atmıştır. Daha sonra yaptığının yanlış olduğunu anlamıştır ve özür amaçlı olarak onun hayat hikayesini od romanında anlatmıştır.
İBRAHİM: Yunus ve Sitarenin büyük oğullarıdır. İsmail’in ağabeyidir. Küçük yaşta yangın sırasında vefat etmiştir. Cenazesi Ucasardadır.
TEMÜR ALP: Gençliğinde çeşitli kahramanlıklar yapmıştır. İnsanlara her zaman anlatacağı bir kahramanlık hikayesi vardır, son derece bilgili bir insandır. Çoğu zaman türk efsanelerini anlatır.
SATI NİNE: Sitare ve Yunus’un köyündendir. İlaç ve bitkilerle yaralıları iyileştirmeye çalışır. Bilgili bir kadındır. Sitare öldükten sonra Yunus İsmail’i ona emanet etmiştir.
SİTARE: Zengin bir ailenin kızıdır. Yunusla ilk defa koyun otlatırken karşılaşmışlardır. Yunus onun canıdır. O yüzden ona ‘Can Yunus’ der. İbrahim ve İsmail’in annesidir. Yunus’un en büyük yol göstericisidir. Çekikgöz’ün köye baskınında ölmüştür. Güçlü bir kadındır. Olaylar karşısında her zaman soğukkanlı kalmaya çalışmıştır.
SAMUEL: Yunus ve Sitare’nin İsmail adındaki oğullarıdır. Küçük yaşta çekikgöz tarafından kaçırılmıştır. Her zaman babasını merak etmiş ve özlemiştir. Babasını çok seviyordur. Ama ona karşı kinde beslemektedir. Olaylar karşısında biraz sinirli ve huysuz bir kişiliğe sahiptir.
TAPDUK SULTAN: Tapduk Emre’dir. Yunus Emre’nin en büyük öğretmenidir. Gözleri kördür. Fakat duyuları çok gelişmiştir. Gözleri görmediği halde dokunarak hisleriyle herşeyi anlar.
ÇELEBİ FARUK: Yunus’un Tapduk Emre’nin dergahında tanıştığı arkadaşıdır. Lokman Beşe’nin babasıdır. Varolan her şeyin Allah’a ait olduğunu her defasında tekrar eder. Tapduk Emre’nin en yakın adamlarından biridir.
ABAKAY DERVİŞ: Eskiden Çekikgöz askeridir. Daha sonra Tabduk Emre’nin dergahına gelmiştir. Gözleri görmüyordur. Şifacıdır.
ANA BACI: Tapduk Sultan’ın eşidir. Eşine ve evindeki herkese yardım etmek ister.
- Fiziki Portre:
Kişinin sadece dış görünüşünün, boyunun, yüzünün, giyinişinin, hareketlerinin… anlatıldığı portreye denir. Bu portrede; kişi diğer insanlardan ayrılan dış özellikleri ile uygun sıfatlar kullanılarak özgün bir şekilde anlatılır.
YUNUS EMRE: Orta boylu siyah saçlı ve sakallı, burnu kemerli ve zayıftır.
MOLLA KASIM: Orta boylu, hafif kiloludur.
İBRAHİM: Siyah saçlı, tombik bir çocuktur.
TEMÜR ALP: Yaşlı, yüzü kırışık biridir.
SATI NİNE: Yaşllı, koyu tenli, kamburdur.
SİTARE: Beyaz tenli, koyu saçlı, narin, zayıf ve uzun boyludur.
SAMUEL: Esmer, orta boylu, burnu kemerlidir.
TAPDUK SULTAN: Yaşlı, kambur.
ÇELEBİ FARUK: Orta boylu, kalıplı, koyu saçlı.
ABAKAY DERVİŞ: Çekikgözlü, hafif kambur, koyu tenli.
ANA BACI: 50 – 60 yaşlarında bir tipdir.
Olayın Geçtiği Mekanlar:
Olayın Geçtiği Mekanlar:
– Ucasar
-Bursa