Attilâ İlhan
kanatları parça parça bu ağustos geceleri
yıldızlar kaynarken
şangır şungur ayaklarımın dibine dökülen
sen
eğer yine istanbul’san
yine kan köpüklü cehennem sarmaşıkları büyüteceğim
pancak pancak şiirler tüküreceğim
demek yine ben
limandaki direkler ormanında bütün bandıralar ayaklanıyor
kapı önlerinde boyunlarını bükmüş tek tek kafiyeler
yahudi sokaklarını aydınlatan tel-aviv şarkıları
mavi asfaltlara çökmüş
diz bağlıyor
eğer sen yine istanbul’san
kirli dudaklarını bulut bulut dudaklarıma uzatan
sirkeci garı’nda tren çığlıklarıyle bıçaklanıp
intihar dumanları içindeki haydarpaşa’dan
anadolu üstlerine bakıp bakıp
ağlayan
Barış Erdoğan
istanbul’a kar yağıyordu
haliç, yüklendiği galata’ya gebeyken
sıtmalı bir martının kanadında eyüp hazretleri
kar bana yağıyordu
.
istanbul’a nur yağıyordu
toprağından kopanlara doluydu, ben fırtınadayken
balıkçılar kral üşümesinde, karaköy’de nur
nur bana yağıyordu
. …
istanbul’a güvercinler yağıyordu
bir ince saz eşliğinde döküldük de ne oldu sokaklara
gel de inleme göğsün çatlayıncaya kadar
güvercinler bana yağıyordu
Bedri Rahmi Eyüboğlu
İstanbul deyince aklıma martı gelir
Yarısı gümüş, yarısı köpük
Yarısı balık yarısı kuş
İstanbul deyince aklıma bir masal gelir
Bir varmış, bir yokmuş
İstanbul deyince aklıma Gülcemal gelir
Anadolu’da toprak damlı bir evde
Gülcemal üstüne türküler söylenir
Süt akar cümle musluklarından
Direklerinde güller tomurcuklanır
Anadolu’da toprak damlı bir evde çocukluğum
Gülcemalle gider İstanbul’a
Gülcemalle gelir
İstanbul deyince aklıma
Bir sepet kınalı yapıncak gelir
Ceyda Görk
öl desen ölürdüm,
yan desen yanardım,
sev dedin sevdim,
anlamadın…
kopup gitmek miydi muradın
zifiri karanlığım?
hani hüznünde yıkardın yüzünü
her şafak söktüğünde
sabah ezanlarının?
o ezanlarda hâlâ senin duaların…
ah can,
ah canım,
sevdalım,
bu şehr-i istanbul gibi karışığım,
ne vazgeçebildiğim,
ne yaşadığım…
mümkünü yok ki
unutmamın…
İstanbu’u sevmek gibi sevdim seni ben
İstanbul’a hasret gibi sensiz yaşadım
Cahit Sıtkı Tarancı
Yuvası saçakta kalan kırlangıç,
Yavrusu dallara emanet serçe,
Derken camiler üstünde güvercin
Minareler katından geçiyorum
Gökyüzü mahallesi İstanbul’un
Süt beyaz bir martıyım açıklarda
Gemilere ben yol gösteriyorum,
Buğday ve ilaç yüklü gemilere
Bir kanat vuruşta bulutlardayım;
Bir süzülüşte vatanım dalgalar!
Gemilere ben yol gösteriyorum,
Buğday ve ilaç yüklü gemilere
Bir kanat vuruşta bulutlardayım;
Bir süzülüşte vatanım dalgalar!
İlhan Berk
İşte kurşun kubbeler şehri İstanbul’dasın
Havada kaçan bulutların hışırtısı
Karaköy çarşısından geçen tramvayların camlarına yağmur yağıyor
Yenicami, Süleymaniye arkalarını kirli bir göğe vermişler
Hiç kımıldamıyorlar
Ayasofya elleriyle yüzünü kapamış bütün iştahıyla ağlıyor
İnsanlar sokak sokak, çarşı çarşı, ev ev
İnsanlar sırt sırta, omuz omuza verip durmuşlar
Boyunları bükük
Yorgun, asabi, kederli, kindar
Yığın yığın olmuşlar hepsi köprünün açılmasını bekliyor
Bir anda şehrin dört bucağına akacaklar
Bir anda iki ayrı kıtadaki insanlar gibi
Fatihliyle Beşiktaşlı sarmaş dolaş olacaklar
……..
İnsanlar sırt sırta, omuz omuza verip durmuşlar
Boyunları bükük
Yorgun, asabi, kederli, kindar
Yığın yığın olmuşlar hepsi köprünün açılmasını bekliyor
Bir anda şehrin dört bucağına akacaklar
Bir anda iki ayrı kıtadaki insanlar gibi
Fatihliyle Beşiktaşlı sarmaş dolaş olacaklar
……..
Naşide Göktürk
Aşkı aldatan bir şehrin sancısındayım
denizinde bir terkediş bir hüzün
maviye nasıl kıydıysa yüreğin, nasıl kıydıysa
yapma n’olur
…..topla kendini şehr-i İstanbul
vururum seni İstanbul
vururum boynundaki gerdanlıktan
vururum seni en sarı sonbaharından
topla kendini…
sana yalvaran kaçıncı şair
kaçıncı şiir bu
yarım kalan sevişmelerden geldik sana
şiirimiz öksüz kalsın diye mi?
dilim yetmiyorsa kalbimi dinle
sevda de buna
ekmek parası de
aşk de
ar, namus de
töre de
cefa de, vefa de
topla kendini topla
vururum seni İstanbul
vururum en yeşil baharından
Kızkulenden Aşiyan’dan Bebek’den
denizinden vururum seni masmavi kanarsın
masmavi ağlarım sana
kendimi vurdurma bana
topla kendini
topla kendini şehr-i İstanbul
Nazım Hikmet Ran
Başım köpük köpük bulut,
içim dışım deniz,
ben bir ceviz ağacıyım Gülhane parkında,
budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.
içim dışım deniz,
ben bir ceviz ağacıyım Gülhane parkında,
budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane parkında,
Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl.
Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril.
Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var,
Yüz bin elle dokunurum sana, Istanbul’a.
Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım.
Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul’u.
Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım.
Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl.
Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril.
Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var,
Yüz bin elle dokunurum sana, Istanbul’a.
Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım.
Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul’u.
Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım.
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane parkında,
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında…
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında…
Necip Fazıl Kısakürek
Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler!
Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler…
Eyüp öksüz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu.
Adada rüzgar, uçan eteklerden sorumlu.
Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından
Hâlâ çığlıklar gelir Topkapı sarayından.
Ana gibi yâr olmaz İstanbul gibi diyâr;
Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar…
Gecesi sümbül kokan,
Türkçesi bülbül kokan,
İstanbul,
İstanbul…
Nedim
Bu şehri Stanbûl ki bî-misl ü bahâdır
Bir sengine yek-pâre Acem mülkü fedâdır.
(Bu İstanbul şehri öylesine eşsiz bir değerdedir ki baha biçilmez, bir taşına bütün bir Acem mülkü feda olsun.)
Bir gevher-i yek-pâre iki bahr arasında
Hurşîd-i cihan-tâb ile tartılsa sezadır.
Hurşîd-i cihan-tâb ile tartılsa sezadır.
(İki deniz arasında tek bir elmas parçası gibidir, cihanı aydınlatan güneşle tartılmaya -aynı kefeye konmaya- lâyıktır.)
Orhan Veli
İstanbul’da, Boğaziçi’nde,
Bir garip Orhan Veli’yim;
Veli’nin oğluyum,
Tarifsiz kederler içinde.
Urumelihisarı’na oturmuşum,
Oturmuş da bir türkü tutturmuşum:
“İstanbul’un mermer taşları;
Başıma da konuyor, konuyor aman, martı kuşları;
Gözlerimden boşanıyor hicran yaşları;
Edalı’m,
Senin yüzünden bu halim.”
“İstanbul’un orta yeri sinema;
Garipliğim, mahzunluğum duyurmayın anama;
El konuşur, sevişirmiş, bana ne?
Sevdalı’m,
Boynuna vebalim!”
Başıma da konuyor, konuyor aman, martı kuşları;
Gözlerimden boşanıyor hicran yaşları;
Edalı’m,
Senin yüzünden bu halim.”
“İstanbul’un orta yeri sinema;
Garipliğim, mahzunluğum duyurmayın anama;
El konuşur, sevişirmiş, bana ne?
Sevdalı’m,
Boynuna vebalim!”
İstanbul’da, Boğaziçi’ndeyim.
Bir fakir Orhan Veli;
Veli’nin oğlu,
Tarifsiz kederler içindeyim.
Bir fakir Orhan Veli;
Veli’nin oğlu,
Tarifsiz kederler içindeyim.
Sunay Akın
Son evi gösterin bana İstanbul’da
vapur sesinin duyulduğu
ki kapısını çalıp
söyleyeyim içindekilere
daha çok kedi yavrusu ezilsin diye
eski iskeleleri
sahil yoluyla ayırdıklarını
denizden
Karşılığında ben de size
kanaryası ölüp
kuaför salonuna dönüşmeyen
kaç mahalle berberinin
kaldığını söylerim
ya da kaç fötr şapkanın
tutsak olduğunu
köhne bir konağın
askısında
kanaryası ölüp
kuaför salonuna dönüşmeyen
kaç mahalle berberinin
kaldığını söylerim
ya da kaç fötr şapkanın
tutsak olduğunu
köhne bir konağın
askısında
Kaç faytoncunun
artık taksicilik yaptığını da bilirim
ama söylemem
onu da siz bulun
dikiz aynasına takılı boncuklardaki
at kokusundan
artık taksicilik yaptığını da bilirim
ama söylemem
onu da siz bulun
dikiz aynasına takılı boncuklardaki
at kokusundan
Tevfik Fikret
Sarmış yine âfâkını bir dûd-ı muannid,
Bir zulmet-i beyzâ ki peyâpey mütezâyid,
(Sarmış ufuklarını senin gene inatçı bir duman,
öyle beyaz bir karanlık ki, git gide artan)
öyle beyaz bir karanlık ki, git gide artan)
Ey Marmara’nın mâi derâguşu içinde
Ölmüş gibi dalgın uyuyan tûde-i zinde;
Ölmüş gibi dalgın uyuyan tûde-i zinde;
(Ey Marmara’nın mavi kucaklayışı içinde
sanki ölmüş gibi dalgın uyuyan canlı yığın.)
sanki ölmüş gibi dalgın uyuyan canlı yığın.)
Örtün evet ey hâile…örtün evet ey şehr;
Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!..
Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!..
(Örtün, evet ey felâket sahnesi… Örtün artık ey şehir;
örtün ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi!)
örtün ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi!)
Tevfik Fikret’in istibdat yönetimine karşı yazdığı şaheserlerden biri olan “Sis” şiiri İstanbul’a bir övgü şiiri değildir… Şair, Sis şiirinde yalnız sefalet ve kayıtsızlık içinde çalkanan İstanbul’u değil, aynı zamanda yıkılış halinde olan bir toplumu da tasvir etmiştir. İstanbul’un adı geçmese de şiirde, şair çizdiği tablo ile sisler içinde kalmış şehri anlatmıştır…
Turgut Uyar
Ver elini Haydarpaşa demişiz,
Vapur rıhtımdadır pırıl pırıl,
Hava hafiften soğuk,
Deniz katran ve balık kokulu
Köprüden kayıkla geçmişim karşıya,
Bir nefeste çıkmışım bizim yokuşu…
Bir gün sabah sabah kapıyı vursam,
-Kim o? dersin uykulu sesinle içerden.
Saçların dağınıktır, mahmursundur.
Kim bilir ne güzel görünürsün sevgilim,
Bir gün sabah vakti kapıyı çalsam,
Uykudan uyandırsam seni,
Ki daha sisler kalkmamıştır Haliç’ten.
Fabrika düdükleri ötmededir.
Ümit Yaşar Oğuzcan
Sana geldim, içim ümitlerle dolu
Beni sarhoş etme İstanbul, ne olur
Bir gün ben de eririm caddelerinde
Çürür kemiklerim adım unutulur
Yine sen kalırsın dipdiri, sımsıcak
Göğü, bulutların, denizlerin kalır
Oynama İstanbul, benimle oynama
Bir gün öldürür beni bu dert, bu kahır
Ezilmiş ellerimin arasında başım
Bu yeryüzünde başka çarem kalmamış
İşte gelip kapılarına dayanmışım
Karşında yıkılmış bir duvar gibiyim
Beni sarhoş etme, başım dönüyor
Üstüme varma İstanbul, kederliyim.
Vedat Türkali
Salkım salkım tan yelleri estiğinde
Mavi patiskaları yırtan gemilerinle
Uzaktan seni düşünürüm İstanbul
Bin bir direkli Halicinde akşam
Adalarında bahar
Süleymaniyende güneş
Hey sen güzelsin kavgamızın şehri
Ve uzaklardan seni düşündüğüm bugünlerde
Bakışlarımda akşam karanlığın
Kulaklarımda sesin İstanbul
Ve uzaklardan
Ve uzaklardan seni düşündüğüm bugünlerde
………..
‘Sis’ şâirine ithaf edilmiştir.
Yahya Kemâl Beyatlı
Birden kapandı birbiri ardınca perdeler…
Kandilli, Göksu, Kanlıca, İstinye nerdeler?
Som zümrüt ortasında, muzaffer, akıp giden
Firûze nehri nerde? Bugün saklıdır, neden?
Firûze nehri nerde? Bugün saklıdır, neden?
Benzetmek olmasın sana dünyada bir yeri;
Eylül sonunda böyledir İsviçre gölleri.
Eylül sonunda böyledir İsviçre gölleri.
Bir devri lanetiyle boğan şâirin “Sis”i.
Vicdan ve ruh elemlerinin en zehirlisi.
Vicdan ve ruh elemlerinin en zehirlisi.
Hülyâma bir ezâ gibi aksetti bir daha;
-Örtün! müebbeden uyu! ey şehr! -O bedduâ…
-Örtün! müebbeden uyu! ey şehr! -O bedduâ…
Hayır bu hal uzun süremez, sen yakındasın;
Hâlâ dağılmayan bu sisin arkasındasın.
Hâlâ dağılmayan bu sisin arkasındasın.
Yavuz Bülent Bâkiler
Seninle bir yağmur başlıyor iplik iplik,
Bir güzellik doğuyor yüreğime şiirden.
Martılar konuyor omuzlarıma,
Gözlerin İstanbul oluyor birden.
Akşamlardan, gecelerden, senden uzağım
Şiirlerim rüzgardır uzak dağlardan esen
Durgun sular gibi azalacağım
Bir gün, birdenbire çıkıp gelmesen.
Şiirlerim rüzgardır uzak dağlardan esen
Durgun sular gibi azalacağım
Bir gün, birdenbire çıkıp gelmesen.
Şarkılarla geleceksin, duygulu, ince
Yalnız gözlerime bak diyeceksin.
Ellerim usulca ellerine değince
Kaybolup gideceksin
……
Yalnız gözlerime bak diyeceksin.
Ellerim usulca ellerine değince
Kaybolup gideceksin
……
Ziya Osman Saba
Seni görüyorum yine İstanbul
Gözlerimle kucaklar gibi uzaktan
Minare minare, ev ev,
Yol, meydan.
Geliyor Boğaziçi’nden doğru
Bir iskeleden kalkan vapurun sesi,
Mavi sular üstünde yine
Bembeyaz Kızkulesi.
Bir yanda, serin sabahlarla beraber,
Doğduğum kıyılar: Beşiktaşım.
Baktıkça hep, semt semt, yer yer,
Beş yaşım, on beş yaşım, ah yirmi yaşım!
Durmuş bir tepende okuduğum mektep,
Askerlik ettiğim kışladır ötesi.
Bir gün bir kızını benim eden
Evlendirme dairesi.
Benim de sayılmaz mı oralar?
Elimi tutar gibi iki yanımdan,
Babamın yattığı Küçüksu,
Anamın toprağı Eyüpsultan.
Önümde, açık kollarıyla Boğaz,
Çengelköy’den aktarma Rumelihisarı.
İstanbul, İstanbul’um benim.