İSYANLI SÜKUT ŞİİRİ SÖZLERİ VE HİKAYESİ , İSYANLI SÜKUT ŞİİRİ SÖZLERİ, İSYANLI SÜKUT HİKAYESİ, İSYANLI SÜKUT ŞİİRİ HİKAYESİ,
A.karakoç Ben mahkemeye falan çok giderdim; memurluğum dolayısıyla. Kaymakamlıkta falan işlerim olurdu, gider görürdüm oradaki vatandaşın nasıl karşılandığını, nasıl kovulduğunu, nasıl hüsrana uğradığını. Bunları yazmak mecburiyetindeyim; çünkü onun da içinden geçeni biliyorum, onun dili yok, sözü yok, ben yapıyorum onun yerine bunu. Halk şairi demek de zaten odur.
İsyanın Sükutu
Gitmişti makama arzuhal için
Beyy dedi yutkundu eğdi başını
Bir azar yedi ki oldu o biçim
Şeyy dedi yutkundu eğdi başanı
Kapıdan dört büklüm çıktı dışarı
Gözler çakmak çakmak benzi sapsarı
Bir konağa baktı alttan yukarı
Vayy dedi yutkundu eğdi başını
Çekti ayakları kahveye vardı
Açtı tabakasını sigara sardı, daldı...
Neden sonra garsonu gördü
Çayy dedi yutkundu eğdi başını
İçmedi masada unuttu çayı
Kalktı ki garsona vere parayı
Uzattı çakmağı ve sigarayı
Sayy dedi, yutkundu eğdi başını
Döndü gözlerinde bulgur bulgur yaş
Sandım can evine döktüler ataş
Sordum memleketin nere gardaş
Köyy dedi yutkundu eğdi başını
Yürüdü kör topal çıktı şehirden
Ağzına küfürler doldu zehirden
Salladı dilini vazgeçti birden
Oyy dedi yutkundu eğdi başını
Yılmaz- Sizin de böyle oyy dediğiniz oldu mu?
Karakoç- Yok, olmadı.
Yılmaz- "Oyy" demeden nasıl yazıyorsunuz, hissediş meselesi mi bu?
Karakoç- Ben bir şahidim; şahadet ediyorum, yazıyorum. Ben oyy demem. Bana oyy dedirttirecek olandan ben intikamımı alırım.
Yılmaz- Peki gördüklerinizi, duyduklarını nasıl kâğıda aktarıyorsunuz, yani şiiri nasıl yazıyorsunuz, düşünerek mi yoksa ilhamla mı?
Karakoç- Yok, düşünmüyorum. Görüyoruz, şahit oluyoruz, olaylar beni etkiliyor. Onun için bir şiir yazmayı ben istediğimden de değil, kendiliğinden geliyor o şiir bana ve yazmamı istiyor. İlham var, ben bunu inkar etmem. Biraz kültür birikimim onu takviye etmiş olsa da Allah'ın bana bir vergisi var. Ben bunun dışında yazamam. Neden herkes yazamıyor da ben yazıyorum. O bana ayrılmış. O, şiiri yazmayı bana nasip edecek; ben de işte bunu bilgimle, samimiyetimle dile getiriyorum, şiir oluyor. Yoksa şiir oturup da oltayla balık avlar gibi yazılmaz.
Yılmaz- Kimlerden etkilendiniz?
Karakoç- Kendimden...
Yılmaz- Ondan gayri?
Karakoç- Hiç. Benim sevdiğim şairler çoktur, güzel şiirlerin hepsini severim ama ben ondan etkilenmem. Beğendiklerim, bundan daha güzelini yaz der bana.
Yılmaz- Bunlar kimler?
Karakoç- Çoktur, tarihin derinliklerinden bu yana gerek Türk, gerek Fars, gerek Avrupalı şairlerin şiirlerini, tercüme olsun, orijinal olsun hepsini okumuşumdur. Böyle kalkıp da ben şiir yazacağım denmez. Fuzuli'yi, Dadaloğlu'nu, Köroğlu'nu, Yunus'u okumadan şiir yazamazsın. Gideceksin Edgar Allan Poe'yi de okuyacaksın. Ama Hint şiirini de okuyacaksın. Bunların hepsini okuduğun zaman sende şiire tam manasıyla bir vukufiyet bulunur. Ama onlara benzememeye gayret edeceksin. Ben "Beşinci Mevsim"de onun için diyorum: "Gölgede olanın gölgesi olmaz". Bir başkasına benzediğin zaman senin gölgen olmaz. Onun için benim gençlere tavsiyem kimseye benzemeyin, kendiniz olun, her dağ kendi zirvesini tamamlar.
Yılmaz- Şiir sizin için nedir?
Karakoç- Vallahi bana göre iyi bir silahtır. İyi bir dil silahıdır, kelime silahıdır.
Yılmaz- Peki belinizdekini neden taşıyorsunuz?
Karakoç- Onun yeri ayrıdır.
Yılmaz-Taşıma ruhsatı var mı?
Karakoç- Var. Enteresan olan, gençliğimde çok kaçak silah taşıdım, her gün polisler ararlardı. Ruhsat aldıktan sonra hiç kimse aramıyor beni. Eskiden sünnetti silah taşımak.
Yılmaz- Şimdi de öyle...
Karakoç- Benim için farz.
Yılmaz- Niye, hayrola?
Karakoç- Öyledir, bir mücadele adamı için farzdır. Her şey olabilir, taşıyacaksın. Kullanacak mısın? Hayır. Allah kullandırtmasın.
Yılmaz- Sizin kendinizi anlattığınız bir şiiriniz var, 40 yaşında yazdığınız...
Karakoç- Kırkıncı yıl hesabı. Benim ellinci yıl hesabı da var orada. Altmışıncı yıl hesabı da olur.
Yılmaz- Altmış dördüncü yaş hesabını da verir misiniz?
Karakoç- Dördüncü yaşımda şiir mi yazmaya başladım ki altmış dördüncü yaşın hesabını vereyim.
Yılmaz- Kırkı verin o zaman.
Karakoç- "Uykuları harman ettim savurdum / Bir mübarek düş aradım kırk sene / Ne usandım ne yoruldum ne doğdum / İçi doğruldu şarabın kırk sene / Çıktım dağ boş indim baktım ova boş / Toprak garip su tedirgin hava boş / Nere gitsem dağlar garip yuva boş / Yumurtada bu şarabın kırk sene / Aşk yükünü indirince arkamdan / Doğmadık bebekler tuttu yakamdan / Hesap kitap ettim kaçtım rakamdan / On yitirdim beş aradım kırk sene / Binalar yükselir göz yaşı kin kan / Koymuşlar adını uygarlık ümran / Yükseklerde midelerdir hakiki hükümran / Alçaklarda baş aradım kırk sene..... / Adı devrim oldu avrat soyarak / Denge kurdu toklar açı yiyerek / Aptallara ibret olsun diyerek / Solucanda diş aradım kırk sene
Yılmaz- Hala aramaya devam ediyor musunuz?
Karakoç- Ediyorum.
Yılmaz- Sizin aradığınızı ilan ettiğiniz bir şiiriniz var.
Karakoç- "Yollarda Seni Aradım."
Yılmaz- Kimi aradınız?
Karakoç- Omuzumda sevda yükü / Yollarda seni aradım / Beste beste türkü türkü / Tellerde seni aradım.
Yılmaz- Bu tasavvufî yönünüzü ortaya çıkaran bir şiir...
Karakoç- Tabii çoğu öyle. Bazıları aşk şiiri gibi geliyor. "Ben hep seni düşünürüm" diyorum mesela, bu öyle beşerî bir şey değildir.
Yılmaz- Neden insanlar hep böyle beşerî yönden algılıyorlar?
Karakoç- Bilmiyorum, hep öyle diyorlar. Ben orada ne diyorum: "Bir mezar görsem bir yerde / Ben hep seni düşünürüm." Öbür tarafta: "Vardan öte yokta bile / Ben hep seni düşünürüm." Bunlar beşerî bir şey değildir.
Yılmaz-Arayışınız durdu mu?
Karakoç-Ölene kadar hiç arama durmaz, devam eder gider. Hatta biri ölür bir başkası onu devam ettirir. Arayış durmaz.
Yılmaz- Arayışınız sürüyor, ölünceye kadar da devam eder dediniz. Peki bulacağınızdan ümitvar mısınız?
Karakoç- Ben zaten bulduktan sonra arıyorum.
Yılmaz- O nasıl oluyor?
Karakoç- -Tam inancın bir yere odaklanır ve bulursun, ondan sonra da teferruatı ararsın. Ben sağlam inanmış bir müslümanım, hakikati buldum, ama onun yaratmış olduğu teferruatları arıyorum. Şüphem yoktur elhamdülillah. Her zerrede de görüyorum O'nun kudret işaretlerini ve bunlarda arıyorum bir takım şeyleri, elbette beni düşündürüyor, aramaya yönlendiriyor.
Yılmaz-"Hak Yol İslam Yazacağız" özellikle bir dönem dillerde marşlaşmış bir şiirinizdi. Hiciv şiirleriniz meşhur, sevda şiirleriniz var... Sizin şiirlerinizde pek gündeme gelmeyen bir tasavvufî yön de var. Bunun kaynağı tasavvufî bir terbiyeden mi, gelenekten mi, yoksa duygusallıktan mı geliyor?
Karakoç- Yetiştiği ailenin büyük bir tesiri vardır çocukların üzerinde. İçkici bir ailenin çocuğu üç yaşındayken şarap kokusuyla büyümeye başlar. Derken o da içmeye başlar. Tabii ilim çevresinde yetişen bir insan ilimle başlar. Benim dedemin ismi Balcı Fakı, Balcı Hoca... O memlekette yetişenlerin hepsini okutmuş, onun eğitimi ile hafız olmuşlar. Babam da öyle ama babam çok zeki, çok ileri görüşlü bir insandı. Arapça'yı kendi kendine öğrenmiş, Farsça'yı kendi kendine öğrenmiş, Kürtçe'yi de öğrenmiş. Hafızlık mektebine gitmemiş ama Kur'an'ı okurken hıfz etmiş tamamını. "Hoca sen hafızsın" derlerdi, yok değilim derdi. Hafızların hatasını söyleyebilen bir adamdı. Çok okurdu, edebiyata vakıftı. Açar Kur'an-ı Kerim'i okurdu ve şimdiki hocaların çoğundan daha iyi yorumunu yapardı.
Yılmaz- Sizin hafızlığınız var mı?
Karakoç- Yok. İlkokulda üçe gidiyorduk, o zaman bitirdik Kur'an-ı Kerim'i, ağabeyimle beraber okuttu babam hepimizi. Merak başladı bende; yeni yazıyı okuyorum ama babamın okuduğu o eski yazılara hastalık başladı. Ben onu da öğreneceğim dedim ve öğrendim. Ne bulduysam okudum. Dolayısı ile ben İslamî çevrede yetiştim, o yönden de aradığımı buldum.
Yılmaz- Peki Abdurrahim Karakoç nasıl birisidir, kendisini nasıl bilir?
Karakoç- Şimdi insanın en çok tarif edemeyeceği birisi varsa kendisidir. Buna sizler şahitsiniz, beni tanıyanlar şahittir, yalancı şahitlik yapmazlarsa iyi yanımı, kötü yanımı size söylerler. Ben kendimi nasıl tarif edeyim...
Yılmaz- Şiirlerinizde dinî duygular çok yoğun olmasına rağmen, bazı kesimlerin İslamcı olarak nitelendirdikleri şair tiplemesi içinde yer almıyorsunuz. Acaba bu halk şairliğinizden mi kaynaklanıyor?
Karakoç- Bana İslamcı deseler çok rahatsız olurum, ben İslam esnafı değilim, dindarım, müslümanım. İslamcı dendiği zaman aklıma tenekeci, arpacı gibi şeyler geliyor. Onların İslamî şiirleri nedir? Bir de onlara bakalım. Rağbet görüyor mu? Ben mücadelesini verdim bu şiirin. Benim zaten İslam'ın dışında aradığım bir şey yoktur. Öbürleri teferruattır, basit şeylerdir, birbirini takviye eder. Benim anlayışım budur. Ben ne diyorum: "Deseler ki İslam'ın pınarından içmek suç / O suçu kabullenir içerim avuç avuç."
Yılmaz- Peki müslümanların İslam'ı yaşama konusundaki hassasiyetlerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizin "Tercüme-i Halimiz" diye bir şiiriniz de var.
Karakoç- Ben düz müslümanım gardaş, çetrefilli müslüman değilim. Tali yollarda yürümüyorum, ben Kur'an'a bağlıyım, Kur'an'ı bize tebliğ eden Peygamber'e bağlıyım. Tabii tasavvuf ehline sevgim sonsuzdur ama kim tasavvuf ehli, kim değil, onun arasında da bocalamaya başladım. Öyle sahtekarlar çıktı ki, dürüstünü bulmakta müşkülat çekiyorsunuz. Bir kaç tanesini gördünüz, efendim müslümanmış da Kur'an müslümanıyım, Peygamber'i devreden çıkartıyorum diyor. Kur'an'ı getiren Peygamber'di, Kur'an'a inanıyorsun da Peygamber'e niye inanmıyorsun? Benim kendi yorumum; Türkiye'nin kalkınması bir tek şeye bağlı, ekonomimizde, ticaretimizde, hayatımızda İslam'ın emrettiği haram ve helal emrini aynen uygulayalım, hepsi bitmiştir.
Yılmaz - Medrese-i Yusufiye'ye hiç gittiniz mi?
Karakoç- Yok, benimki kısa sürdü. Bir defasında silah yakalattım, gittim bir ay yattım. O da ruhsatlı silahtan yatırdılar, çünkü "bir daha elimize geçmez bu, biraz yatıralım" dediler. Çok da güzel oldu, gittim hapishane sağlama bindi. Allah'ı inkar edenler vardı, namazlı abdestli oldular. Dedim, Allah beni bunun için göndermiş buraya. Birisinde sıkıyönetim oldu, beş gün yattık. Çok değil de az kaldık. Orayı görmedik değil.
A.karakoç Ben mahkemeye falan çok giderdim; memurluğum dolayısıyla. Kaymakamlıkta falan işlerim olurdu, gider görürdüm oradaki vatandaşın nasıl karşılandığını, nasıl kovulduğunu, nasıl hüsrana uğradığını. Bunları yazmak mecburiyetindeyim; çünkü onun da içinden geçeni biliyorum, onun dili yok, sözü yok, ben yapıyorum onun yerine bunu. Halk şairi demek de zaten odur.
İsyanın Sükutu
Gitmişti makama arzuhal için
Beyy dedi yutkundu eğdi başını
Bir azar yedi ki oldu o biçim
Şeyy dedi yutkundu eğdi başanı
Kapıdan dört büklüm çıktı dışarı
Gözler çakmak çakmak benzi sapsarı
Bir konağa baktı alttan yukarı
Vayy dedi yutkundu eğdi başını
Çekti ayakları kahveye vardı
Açtı tabakasını sigara sardı, daldı...
Neden sonra garsonu gördü
Çayy dedi yutkundu eğdi başını
İçmedi masada unuttu çayı
Kalktı ki garsona vere parayı
Uzattı çakmağı ve sigarayı
Sayy dedi, yutkundu eğdi başını
Döndü gözlerinde bulgur bulgur yaş
Sandım can evine döktüler ataş
Sordum memleketin nere gardaş
Köyy dedi yutkundu eğdi başını
Yürüdü kör topal çıktı şehirden
Ağzına küfürler doldu zehirden
Salladı dilini vazgeçti birden
Oyy dedi yutkundu eğdi başını
Yılmaz- Sizin de böyle oyy dediğiniz oldu mu?
Karakoç- Yok, olmadı.
Yılmaz- "Oyy" demeden nasıl yazıyorsunuz, hissediş meselesi mi bu?
Karakoç- Ben bir şahidim; şahadet ediyorum, yazıyorum. Ben oyy demem. Bana oyy dedirttirecek olandan ben intikamımı alırım.
Yılmaz- Peki gördüklerinizi, duyduklarını nasıl kâğıda aktarıyorsunuz, yani şiiri nasıl yazıyorsunuz, düşünerek mi yoksa ilhamla mı?
Karakoç- Yok, düşünmüyorum. Görüyoruz, şahit oluyoruz, olaylar beni etkiliyor. Onun için bir şiir yazmayı ben istediğimden de değil, kendiliğinden geliyor o şiir bana ve yazmamı istiyor. İlham var, ben bunu inkar etmem. Biraz kültür birikimim onu takviye etmiş olsa da Allah'ın bana bir vergisi var. Ben bunun dışında yazamam. Neden herkes yazamıyor da ben yazıyorum. O bana ayrılmış. O, şiiri yazmayı bana nasip edecek; ben de işte bunu bilgimle, samimiyetimle dile getiriyorum, şiir oluyor. Yoksa şiir oturup da oltayla balık avlar gibi yazılmaz.
Yılmaz- Kimlerden etkilendiniz?
Karakoç- Kendimden...
Yılmaz- Ondan gayri?
Karakoç- Hiç. Benim sevdiğim şairler çoktur, güzel şiirlerin hepsini severim ama ben ondan etkilenmem. Beğendiklerim, bundan daha güzelini yaz der bana.
Yılmaz- Bunlar kimler?
Karakoç- Çoktur, tarihin derinliklerinden bu yana gerek Türk, gerek Fars, gerek Avrupalı şairlerin şiirlerini, tercüme olsun, orijinal olsun hepsini okumuşumdur. Böyle kalkıp da ben şiir yazacağım denmez. Fuzuli'yi, Dadaloğlu'nu, Köroğlu'nu, Yunus'u okumadan şiir yazamazsın. Gideceksin Edgar Allan Poe'yi de okuyacaksın. Ama Hint şiirini de okuyacaksın. Bunların hepsini okuduğun zaman sende şiire tam manasıyla bir vukufiyet bulunur. Ama onlara benzememeye gayret edeceksin. Ben "Beşinci Mevsim"de onun için diyorum: "Gölgede olanın gölgesi olmaz". Bir başkasına benzediğin zaman senin gölgen olmaz. Onun için benim gençlere tavsiyem kimseye benzemeyin, kendiniz olun, her dağ kendi zirvesini tamamlar.
Yılmaz- Şiir sizin için nedir?
Karakoç- Vallahi bana göre iyi bir silahtır. İyi bir dil silahıdır, kelime silahıdır.
Yılmaz- Peki belinizdekini neden taşıyorsunuz?
Karakoç- Onun yeri ayrıdır.
Yılmaz-Taşıma ruhsatı var mı?
Karakoç- Var. Enteresan olan, gençliğimde çok kaçak silah taşıdım, her gün polisler ararlardı. Ruhsat aldıktan sonra hiç kimse aramıyor beni. Eskiden sünnetti silah taşımak.
Yılmaz- Şimdi de öyle...
Karakoç- Benim için farz.
Yılmaz- Niye, hayrola?
Karakoç- Öyledir, bir mücadele adamı için farzdır. Her şey olabilir, taşıyacaksın. Kullanacak mısın? Hayır. Allah kullandırtmasın.
Yılmaz- Sizin kendinizi anlattığınız bir şiiriniz var, 40 yaşında yazdığınız...
Karakoç- Kırkıncı yıl hesabı. Benim ellinci yıl hesabı da var orada. Altmışıncı yıl hesabı da olur.
Yılmaz- Altmış dördüncü yaş hesabını da verir misiniz?
Karakoç- Dördüncü yaşımda şiir mi yazmaya başladım ki altmış dördüncü yaşın hesabını vereyim.
Yılmaz- Kırkı verin o zaman.
Karakoç- "Uykuları harman ettim savurdum / Bir mübarek düş aradım kırk sene / Ne usandım ne yoruldum ne doğdum / İçi doğruldu şarabın kırk sene / Çıktım dağ boş indim baktım ova boş / Toprak garip su tedirgin hava boş / Nere gitsem dağlar garip yuva boş / Yumurtada bu şarabın kırk sene / Aşk yükünü indirince arkamdan / Doğmadık bebekler tuttu yakamdan / Hesap kitap ettim kaçtım rakamdan / On yitirdim beş aradım kırk sene / Binalar yükselir göz yaşı kin kan / Koymuşlar adını uygarlık ümran / Yükseklerde midelerdir hakiki hükümran / Alçaklarda baş aradım kırk sene..... / Adı devrim oldu avrat soyarak / Denge kurdu toklar açı yiyerek / Aptallara ibret olsun diyerek / Solucanda diş aradım kırk sene
Yılmaz- Hala aramaya devam ediyor musunuz?
Karakoç- Ediyorum.
Yılmaz- Sizin aradığınızı ilan ettiğiniz bir şiiriniz var.
Karakoç- "Yollarda Seni Aradım."
Yılmaz- Kimi aradınız?
Karakoç- Omuzumda sevda yükü / Yollarda seni aradım / Beste beste türkü türkü / Tellerde seni aradım.
Yılmaz- Bu tasavvufî yönünüzü ortaya çıkaran bir şiir...
Karakoç- Tabii çoğu öyle. Bazıları aşk şiiri gibi geliyor. "Ben hep seni düşünürüm" diyorum mesela, bu öyle beşerî bir şey değildir.
Yılmaz- Neden insanlar hep böyle beşerî yönden algılıyorlar?
Karakoç- Bilmiyorum, hep öyle diyorlar. Ben orada ne diyorum: "Bir mezar görsem bir yerde / Ben hep seni düşünürüm." Öbür tarafta: "Vardan öte yokta bile / Ben hep seni düşünürüm." Bunlar beşerî bir şey değildir.
Yılmaz-Arayışınız durdu mu?
Karakoç-Ölene kadar hiç arama durmaz, devam eder gider. Hatta biri ölür bir başkası onu devam ettirir. Arayış durmaz.
Yılmaz- Arayışınız sürüyor, ölünceye kadar da devam eder dediniz. Peki bulacağınızdan ümitvar mısınız?
Karakoç- Ben zaten bulduktan sonra arıyorum.
Yılmaz- O nasıl oluyor?
Karakoç- -Tam inancın bir yere odaklanır ve bulursun, ondan sonra da teferruatı ararsın. Ben sağlam inanmış bir müslümanım, hakikati buldum, ama onun yaratmış olduğu teferruatları arıyorum. Şüphem yoktur elhamdülillah. Her zerrede de görüyorum O'nun kudret işaretlerini ve bunlarda arıyorum bir takım şeyleri, elbette beni düşündürüyor, aramaya yönlendiriyor.
Yılmaz-"Hak Yol İslam Yazacağız" özellikle bir dönem dillerde marşlaşmış bir şiirinizdi. Hiciv şiirleriniz meşhur, sevda şiirleriniz var... Sizin şiirlerinizde pek gündeme gelmeyen bir tasavvufî yön de var. Bunun kaynağı tasavvufî bir terbiyeden mi, gelenekten mi, yoksa duygusallıktan mı geliyor?
Karakoç- Yetiştiği ailenin büyük bir tesiri vardır çocukların üzerinde. İçkici bir ailenin çocuğu üç yaşındayken şarap kokusuyla büyümeye başlar. Derken o da içmeye başlar. Tabii ilim çevresinde yetişen bir insan ilimle başlar. Benim dedemin ismi Balcı Fakı, Balcı Hoca... O memlekette yetişenlerin hepsini okutmuş, onun eğitimi ile hafız olmuşlar. Babam da öyle ama babam çok zeki, çok ileri görüşlü bir insandı. Arapça'yı kendi kendine öğrenmiş, Farsça'yı kendi kendine öğrenmiş, Kürtçe'yi de öğrenmiş. Hafızlık mektebine gitmemiş ama Kur'an'ı okurken hıfz etmiş tamamını. "Hoca sen hafızsın" derlerdi, yok değilim derdi. Hafızların hatasını söyleyebilen bir adamdı. Çok okurdu, edebiyata vakıftı. Açar Kur'an-ı Kerim'i okurdu ve şimdiki hocaların çoğundan daha iyi yorumunu yapardı.
Yılmaz- Sizin hafızlığınız var mı?
Karakoç- Yok. İlkokulda üçe gidiyorduk, o zaman bitirdik Kur'an-ı Kerim'i, ağabeyimle beraber okuttu babam hepimizi. Merak başladı bende; yeni yazıyı okuyorum ama babamın okuduğu o eski yazılara hastalık başladı. Ben onu da öğreneceğim dedim ve öğrendim. Ne bulduysam okudum. Dolayısı ile ben İslamî çevrede yetiştim, o yönden de aradığımı buldum.
Yılmaz- Peki Abdurrahim Karakoç nasıl birisidir, kendisini nasıl bilir?
Karakoç- Şimdi insanın en çok tarif edemeyeceği birisi varsa kendisidir. Buna sizler şahitsiniz, beni tanıyanlar şahittir, yalancı şahitlik yapmazlarsa iyi yanımı, kötü yanımı size söylerler. Ben kendimi nasıl tarif edeyim...
Yılmaz- Şiirlerinizde dinî duygular çok yoğun olmasına rağmen, bazı kesimlerin İslamcı olarak nitelendirdikleri şair tiplemesi içinde yer almıyorsunuz. Acaba bu halk şairliğinizden mi kaynaklanıyor?
Karakoç- Bana İslamcı deseler çok rahatsız olurum, ben İslam esnafı değilim, dindarım, müslümanım. İslamcı dendiği zaman aklıma tenekeci, arpacı gibi şeyler geliyor. Onların İslamî şiirleri nedir? Bir de onlara bakalım. Rağbet görüyor mu? Ben mücadelesini verdim bu şiirin. Benim zaten İslam'ın dışında aradığım bir şey yoktur. Öbürleri teferruattır, basit şeylerdir, birbirini takviye eder. Benim anlayışım budur. Ben ne diyorum: "Deseler ki İslam'ın pınarından içmek suç / O suçu kabullenir içerim avuç avuç."
Yılmaz- Peki müslümanların İslam'ı yaşama konusundaki hassasiyetlerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizin "Tercüme-i Halimiz" diye bir şiiriniz de var.
Karakoç- Ben düz müslümanım gardaş, çetrefilli müslüman değilim. Tali yollarda yürümüyorum, ben Kur'an'a bağlıyım, Kur'an'ı bize tebliğ eden Peygamber'e bağlıyım. Tabii tasavvuf ehline sevgim sonsuzdur ama kim tasavvuf ehli, kim değil, onun arasında da bocalamaya başladım. Öyle sahtekarlar çıktı ki, dürüstünü bulmakta müşkülat çekiyorsunuz. Bir kaç tanesini gördünüz, efendim müslümanmış da Kur'an müslümanıyım, Peygamber'i devreden çıkartıyorum diyor. Kur'an'ı getiren Peygamber'di, Kur'an'a inanıyorsun da Peygamber'e niye inanmıyorsun? Benim kendi yorumum; Türkiye'nin kalkınması bir tek şeye bağlı, ekonomimizde, ticaretimizde, hayatımızda İslam'ın emrettiği haram ve helal emrini aynen uygulayalım, hepsi bitmiştir.
Yılmaz - Medrese-i Yusufiye'ye hiç gittiniz mi?
Karakoç- Yok, benimki kısa sürdü. Bir defasında silah yakalattım, gittim bir ay yattım. O da ruhsatlı silahtan yatırdılar, çünkü "bir daha elimize geçmez bu, biraz yatıralım" dediler. Çok da güzel oldu, gittim hapishane sağlama bindi. Allah'ı inkar edenler vardı, namazlı abdestli oldular. Dedim, Allah beni bunun için göndermiş buraya. Birisinde sıkıyönetim oldu, beş gün yattık. Çok değil de az kaldık. Orayı görmedik değil.