GİZEMLİ BİR HİKAYE, SIRLI CAM HİKAYESİ, SELAHATTİN ÜNALAN, SELAHATTİN ÜNALAN HİKAYELERİ, ÖZGÜN YAZILAR, ÖZGÜN HİKAYELER, GİZEMLİ BİR HİKAYE, ÖZGÜN HİKAYELER, ÖZGÜN YAZILAR, SELAHATTİN ÜNALAN, GİZEMLİ HİKAYE ÖRNEKLERİ, SIRLI CAM HİKAYESİ, GÜNCEL,
Gürsel Korat – Rüya Körü
Gülşah, Zeynep Sıla ve Mir Ali’ye
SIRLI CAM
Zamanın dayanılmaz ve üstün gücü, çığlıkları taşıyıp götürür uzaklara; doğmuş her şey karanlıklara dalar. Değerini ve gücünü kutsadığımız, kahraman saydığımız yahut saymadığımız ne varsa kaybolur. Yalnızca apaçık ortada olanlar görünmez ve gizlidir, hatırlayışın ışığına tutulana kadar…Gürsel Korat – Rüya Körü
Gülşah, Zeynep Sıla ve Mir Ali’ye
Her zamanki gibi sıcak ve boğucu şehre yine doğu kapısından geldi. Tıpkı bütün gizin, sihrin, sırrın, şefkatin, aşkın, dostluğun, nefretin ve öfkenin aynı kaynaktan gelmesi gibi. Güneş gibi…
Akşam güneş batmadan handa yediği yemeğin ardından epey bir vakit dinlenmiş, içtiği kahveden sonra kendisi için toplanmış kalabalığa dönerek:
- Bismillah, Ya Allah, La ilahe illallah, Şunu bilin ki; Müntakim olan Allah Teala rüzgardan incinen karahindibanın dahi hakkını bırakmaz ve hiçbir sırrın sonsuza dek, yürekte dahi olsa, gizli kalmasına izin vermez. O, adaletinden şüphe olunmaz Ekber’dir. Bütün hamdlar O’nadır ve bir söz onun adıyla başlıyor ise manalıdır.
- Cam nasıl yapıldı bilir misiniz ehli cühela? Diye sordu dinleyen kalabalığa. Kimseden ses çıkmamasının mest eden iç huzuru ile devam ederek:
- Rivayet olunur ki; Suriye’de, Carmelus tepeleri arasında kalan bataklık bölgeyi sulayan Belus nehri, Akka eyaletine yakın bir yerde, denize dökülürdü. Bu kıyılarda, ayinler, panayırlar ve öyle eğlenceler yapılırdı ki, duyanın iflah olmaz yolcuya dönüştüğü, görenin mest olduğu, zamanın hiç geçmemesini arzu ettiği türden. Belus nehri, sularını geri çekince ve kalan çamur tuzlu su ile yıkanınca parlak ve ince kumlar gün ışığına çıkardı. Fenikeliler adı verilen bir millet-i faniye ait güherçile yüklü bir geminin tam da buraya demir attığı, gemicilerin kıyıda yemek pişirmek için hazırlığa giriştiği, ancak ocak yapımında kullanılacak yeterli taşı bulamayınca güherçile bloklarını kullandıkları, yanan güçlü ateşin kum ile güherçileyi erittiği ve o vakte kadar kimsenin görmediği, duymadığı ve bilmediği bir sıvının etrafa yayıldığı, kuruyunca da saydam olan bu sıvının ilk cam olduğu rivayettir. İşte temiz ve parlak olan deniz kumundan en güzel camlar ve aynaların yapıldığı böylece ortaya çıkmıştır. Lakin hak teslim etmek lazım Hakk’ın adına, bu cihanda Venedikli gayrımüslimler camı SIRlayarak aynanın en güzelini yapmakta ustadırlar. Camın aynaya dönüşünü “sırlamak” ile tarif etmelerine sebep ise bunu, Venedik yakınlarında Murano adasında -ki sadece cam ustaları alınır bu adaya- cam ustalarının girebildiği atölyelerde yapmaları ve bu dönüşümün cevabının ise SIR olarak saklanmasından kaynaklandığını düşünürüm hep.
* * *
Silvio adlı evladı garp, uçsuz bucaksız denizin kenarında, kumlar içerisinde dolaşırken birden durdu, elini ayaklarının altındaki farklı kuma kaldırıp inceledi. Sonra da heybesinden çıkardığı çuvalı kumla doldurup Murano’da öğrendiği sırrı ayan etmek üzere kulübesine döndü. Başladı cam yapmaya sonra da “SIR”lamaya.
Derler ki; bu Silvio gâvurunu çok sıkıştıran olmuş aynanın sırrını öğrenmeye, çok eziyet etmişler yurtsuza, etinden et kesip yerine tuz ekmişler. Fakat sadece “Silvio”, deyip susarmış inatçı be namaz…
* * *
- Dursun hele “SIR”rı ile baş başa elin kâfiri. Benim size diyeceklerim bizdendir. Beni Adem’den, ümmeti Muhammedi’den.
Bir vakitler hünkârımızın (Allah ömrünü uzun, kılıcını keskin kılsın) atalarından bir hünkâr vardır. Üç oğul sahibi. Biri, daha lalaya verilmeden, Hak Teala’nın rahmetine kavuşmuştur. (mekânı cennet ola) İşte hikâyamız bu şehzadelerimizin hikâyasıdır. Ben deyim bir Mehmed’in, siz deyin bir Ahmed’in hikayasıdır. Biri Habil midir? Bilinmez, lakin biri Kabil’dir. Onun hikayasıdır.
Sultan haşmetmeap hastalanmış, hastalık ilerleyince de evlatlarını tek tek yanına çağırmıştı. (Ne söylediğini ancak bütün sırların sahibi Allah bilir.) Ne söylediyse, iki şehzade de ciğerinin yarası, yüzünün akından, gözünün karasından belli halde dışarı kendilerini zor atmışlardı. Koltuk altlarında ipekten kumaşlar içinde emanetler ile birlikte…
Günlerin günleri kovaladığı bir zaman iki şehzade, peşlerinde 7 dilsiz Arabî ile birlikte, saray dışında sahilde düşünceli düşünceli babasız, atasız kalacak olmanın verdiği korkuyu birbirlerinden gizlemeye çalışırken ya da biz öyle biliyorken, Mehmed (olsun adı) elini, sırmalarla bezeli kuşağından içeri sokup, kını, sadece Mısır’da Nil’in güney kısmında yer alan Sa’id bölgesinde ve Fustat şehrinin yakınında bulunan el-Mıkattam dağında çıkan Zeberced taşı, kırmızı yakutlar, yeşil zümrütler, elmas ve kedigözü taşı ile süslenmiş, namı diyarlar aşan, değdiği yeri dikiş tutmaz, hayır görmez hale getiren hançerini çekti. Hançerin soğukluğu içini ürpertse de alıştı hemencecik bu soğuğa, kardeşini (Ahmed olsun adı) yüzükoyun kumların üstüne uzattı ve alnından sımsıkı tutarken kulağına bir şeyler fısıldadı. (Hak bilir ne fısıldadı) Sonra da tüm gücüyle günahsız cana kıydı, ki kardeşini boğazlayınca eline sıçrayan kanın sıcaklığına da şaşırmayı ihmal etmedi…
O an, içinde hissettiklerini bir ormana haykırsa yedi insan ömrü, orada ot bitmeze çevirir, bir taşa fısıldasa paramparça ediverirdi sanki. Lakin insanoğlu, hiçbir canlının kendi türüne yapamayacağını yapar, bu acıya hiç kimsenin dayanamayacağını düşünür ancak ertesi gün hayata yeni bir başlangıçla uyanmış halde yakalayıverirdi kendini. Çünkü kötülük bile olsa hiçbir şey sebepsiz değildi.
Yedi dilsiz Arabi’den biri;
- Keşke sadece dilimi kesmekle kalmayalardı. Gözlerime mil, kulaklarıma tel çekelerdi, hem kör hem sağır hemi de dilsiz olaydım ki, ne göreydim kardeşin kardeşe hıyanetini, ne de duyaydım bir sabinin hırıltılı son nefeslerini.
Ya Rab taş olaydım,
Hançer değen baş olaydım,
Cehennemde ataş olaydım
Bu işe şahit olmayaydım. Dedi!
Silivri – İstanbul
Selahattin ÜNALAN