FANTASTİK HİKAYE ÖRNEKLERİ, FANTASTİK HİKAYE ÖRNEĞİ, FANTASTİK ÖYKÜ ÖRNEĞİ, Fantastik hikaye kısa, Fantastik hikaye örnekleri uzun, Kurgusal hikaye örnekleri, Fantastik hikaye nasıl Yazılır, Fantastik hikâye nedir, Wattpad fantastik hikaye önerileri, fantastik hikayeler 4. sınıf, Fantastik Hikaye konuları,
derskonum.com'un değerli akademisyen-öğretmen-öğrenci-edebiyat sever takipçileri.
Derskonum.com ailesi olarak her dönem olduğu gibi yeni dönemde de sizler için kitap cevapları, konu anlatımı, pdf ders notları ile her zaman yanınızdayız..
Bu sayfamızda siz değerli takipçilerimiz için FANTASTİK HİKAYE ÖRNEKLERİ üzerine bir paylaşım yapacağız.
İyi çalışmalar..
doğru konum= derskonum
destek olmak için lütfen LİNK paylaşınız
BU HİKAYE İSMAİL GÖÇER'İN İLK HİKAYE KİTABI OLAN "GÖNÜL DİLİ ve EDEBİYATI" ADLI ESERDEN ALINMIŞTIR.
AKREP KRAL
Turnikelerden geçerek okulun ferâh bahçesine adımını attı. Burası bol ağaçlı, çiçekli, böcekli, geniş ve yemyeşil görünümüyle şehrin soğuk gri yapıları arasında bir serap gibiydi. Gölgeli ağaçların altında oturmayı ve çimlere sırtüstü uzanıp masmavi göğe bakıp hayâller kurmayı çok severdi. Ancak şimdi bunun sırası değildi çünkü en sevdiği hocasının dersi başlamak üzereydi. Onun kültürlü, birikimli, entelektüel duruşunu ve hoş sohbet üslubunu çok beğeniyordu. Hızlıca bölüm giriş kapısına doğru yöneldi. Gecikmek istemiyordu. Birinci kat merdivenlerini aceleyle çıkıyordu ki telefonu çalmaya başladı. “Sabahın sekiz buçuğunda kim ki bu? Hayrolsun.” dedi kendi kendine. Hemen telefona baktı. Annesi:
--Ali’m, deden hastanede,
yoğun bakımda, akrepler sokmuş, zehirlenmiş oğlum! Biz babanla havaalanı
yolundayız şimdi, sen de derslerin bitince akşam uçağınla gelirsin, biz seni
haberdar ederiz. Baban hesabına para yatırdı.
--Tamam, tamam, hay Allah
ya, tabii gelirim, dedem nasıl, durumu nedir?
--Bilmiyoruz oğlum, köyden
telefon ettiler, böyle böyle dediler, doktordan öğreneceğiz artık.
--Tamam anne, ağlama, sakin
ol, iyi olacak, her şey yoluna girecek, eski topraktır o, bir şey olmaz dedeme,
hastaneden haber edersiniz bana, hadi hayırlı yolculuk olsun.
İki yıldır ilk defa kendini
derse veremedi. Hocasını dinliyor ama aklı fikri hep dedesinde, gözü de
telefondaydı. İçinden “Ne olur telefon çalmasın, acı haberini almayayım.” diye
dualar ediyordu. İlk kez ders bitmek bilmedi. Hayatının en uzun gününü yaşıyor
gibiydi. Diğer derslere bu hâldeyken hiç giresi yoktu. Ders biter bitmez
dışarıya fırladı. Yoldan bir taksi çevirip direkt yeni havaalanına doğru yöneldi.
Başkente nasıl olsa saat başı uçak bulunurdu. Sonrası otobüsle Çorum.
Endişeli ve üzgün geçmekteydi
seyâhati. En son köye ninesinin vefatı için orta ikideyken gitmişti. Şimdi ise
üniversite ikideydi. Dedesi her yaz onların yanına İstanbul’a gelirdi. Olabildiğince
onunla ilgilenir, şehri gezdirmeye çalışırdı ama toprak ve köy adamı pek çabuk
sıkılır, en fazla iki hafta kalıp köyüne dönerdi. Kuşaklar farkı olsa da araları
iyiydi, ilişkilerine dede-torun resmiyetinden çok ahbap samimiyeti hâkimdi.
Dedesini severdi, dedesi de onu severdi. Çocukluğunda ölümden, mezardan,
mezarlıktan çok korkardı. İnsanın büyüdükçe yeni korkular öğrenmesi, çevresince
korkutulup durması alışkanlık hâli kazanıyordu. Ne zamanki aileden ya da sevilen
biri kaybedilirse o zaman mezarlığın evin arka bahçesi, ölümün de kavuşma vakti
olduğu ayırdına varılıyordu. İnsan, bir gün ölmek için her gün yaşıyordu. Ruhu
olgunlaştıkça da hayatın acı gerçeklerini daha iyi kanıksıyordu.
Uçaktan yeni inmişti ki
babası aradı. Baba ağırbaşlılığıyla ve sakince konuşuyordu:
--Oğlum, deden iyi çok şükür.
Doktoruyla da görüştük. Evet zehirlenmiş ama akrepten değil, mantardan. Köylüler
onu acile yetiştirdiklerinde yüzü, boynu kızarık, baygın ve zor nefes alır bir hâldeymiş.
Doktor ve hemşirelere de boynundan, sırtından akrepler soktuğu için böylesi
domates gibi kızardığını, bunu da ancak Akrep Kral’ın yapabileceğini
söylemişler. Doktorlar ivedilikle vücudunda tetkikler yapınca bunun akrep
değil, gıda zehirlenmesi belirtileri olduğunu anlamışlar. Hemen midesini yıkayarak
gerekli iğneleri yapıp kollarına serumlar bağlamışlar. 77 yaşında olduğundan müşâhede
altında tutulmakta. Şimdi durumu stabil. Tek kişilik bir odaya çıkardık. Birkaç
güne taburcu olur, zaten kendine gelince bağlasak da tutamayız.
--Ohh, çok şükür, çok
sevindim, içim nasıl tüy kadar hafifleyiverdi, sağ olasın babacığım. Ben de
Aşti’ye gidiyorum. Akşama ordayım, görüşürüz.
Hastaneye ulaştığında
dedesi çoktan gözlerini açmış, bilinci yerinde, serbestçe konuşuyordu. Odaya
girdiğinde göz göze geldiler. Dedesi torununu görünce gözlerinin içi kocaman
gülmüştü. Çok mutlu olmuştu. Onu bekliyordu zati. Hasret gözyaşlarıyla dedesine
koşup sarıldı. Ellerinden öptü. Avuçlarını bırakmadı. Dedesi yarın birlikte köye
gideceklerini, yeni doğmuş ikiz kuzularını ve ayva, ceviz, elma ağaçlarının ne
kadar bereketli ve heybetli olduğunu göstermek istediğini söylüyordu. Hepsi
birden buna itiraz ettiler çünkü birkaç gün daha hastanede kalması gerektiğini,
tedavinin bitmediğini, tam iyi olmadan çıkamayacağını tek tek söylediyseler de
nafile. Yine keçi inadı tutmuştu. Tam o ara doktoru içeri girdi. Durum ona
anlatılınca resmi ve ciddi bir tonla en az iki gün daha burada kalacağını ifade
etti. Onu muayene edip, geçmiş olsun dileyerek odadan ayrıldı.
Dedesi bundan memnun olmasa
da aile rahatlamıştı. Dedesine zehirlenme vakasının nasıl olduğunu sordu. O da
anlattı. Gündelik işlerini hallettikten sonra hava karanlık olunca canı tarhana
çorbası ve söğüş çekmişti. Mutfağa geçmişti ki kapısı çalmış, yan komşusu Kırca
Memed elinde bir tabak yemekle gelmiş. Sevdiğini bildiğinden koca dağdan diri
mantar toplayıp soteleyip pişirip getirmiş. Birlikte yeme teklifini kabul
etmemiş ve bir saat önce dünden kalan horoz yahnisini yediğinden tok olduğunu,
mantarı onun için getirdiğini söylemiş. Kendisi gibi onun da mantardan iyi anladığını,
zehirli olanlarını bildiğini, ona güvenerekten teşekkür edip yemeği köy
ekmeğiyle bana bana afiyetle yemiş. İki saat sonra karnı ağrımaya, midesi bulanmaya,
terlemeye, nefesleri zor almaya, bulanık görmeye başlamış. Kendini dışarı zor
bela atmış. Komşularına seslenmiş ama tâkati kalmayarak yol ortasında düşüp bayılmış.
Onu uzaktan fark eden Muhtar Himmet Emmi hemen koşarak gelmiş. Birkaç adam da peşinden
gelip arabaya atmışlar ve son sürat hastaneye getirmişler. Eğer yola
çıkamasaydı evinde çoktan ölüp gitmişti.
Hadiseyi anlatırken dedesi
zorlanmıştı. Bedenin yorgunluğu, iğne ve ilaçların etkisiyle gözleri kapanmaya
başlamıştı. Birkaç saattir de sohbete katılıyordu. Yatıp güzelce uyuyup
dinlenmesini istediler. Refakatçi olarak zaten yanında olduklarını söyleyip
akabinde yastığını düzelttiler, suyunu içirdiler, üzerine pikeyi örttüler ve usulca
kenara çekildiler. Annesi odadaki deri koltuğa uzandı. Babasıyla koridora çıktılar.
Zemin kata, kantine doğru yürüyorlardı. Babasına bakarak:
--Şu Akrep Kral da kim oluyor? Ben gelmeden
hiç bahsetti mi size?
--Yok, bahsetmedi. Bizim de
aklımıza telaşeden hiç sormak gelmedi.
--Allah Allah, köylüler
niçin hep bir ağızdan bunu o yapmıştır, dediler ki o zaman?
--Al sana haber Gazeteci
Bey, yarın köye gidip bir araştır istersen.
Sabahın ilk ışıklarıyla
birlikte kıvrılıp uzandığı banktan uyanıverdi. Ayağa kalktı, doğruldu, gerindi
ve üst kata hızlı adımlarla çıktı. Oda kapısını yavaşça açtı. Üç büyüğü de uykudaydı.
Onları uyandırmak istemedi. Sessizce kapıyı kapattı. Lavaboda elini yüzünü
yıkayıp iyice bir kendine geldikten sonra aşağıya inip kantinden çay, simit ve bir
kutu beyaz peynir alıp kahvaltısını etti. Nasıl olsa annesi ve babası vardı.
Köye gitmeye karar verdi. Aklına takılan o meçhul kişiyi araştırmak ve öğrenmek
istiyordu. Otogara yürüyerek gitti. İlçe minibüsüne bindi. İki saate yakın
engebeli ve dolambaçlı yollarda gemi gibi sallanarak ilçe merkezine ulaşabildi.
Oradan da köy minibüsüne binerek yine yılan gibi s çizen bozuk yolda bir saat
kadar süren bir yolculukla köye varabildi. Bu bölge Karadeniz tarafında olduğu
için böylesi dağlık ve zor koşullar barındırıyordu. Köye indiğinde başında
ağrısı ve az da olsa mide bulantısı vardı. Köy kahvesinin bulunduğu meydana
doğru yürüdükçe temiz ve serin hava sayesinde açıldı, rahatladı. Vakit öğle
olmuştu. Dedesinin evinin önünden geçerken tahta kapının aralıklarından bahçeyi
ve evi görebildiği kadar baktı. Kahveye doğru devam etti. Çok ilginç ve güzel
bir görsellik köyü kaplamıştı. Her yer ve her şey mavi ve mavinin tonlarıyla
boyalıydı. Evlerin duvarları, kapıları, pencere pervazları, bahçelerin çitleri,
taş duvarları bile maviydi. Hatırlayabildiği köyü, diğer köyler gibi sıradan
bir dağ köyüydü. Oysa şimdi gördüğü bu masmavi köy, Şirinler Köyü gibiydi. İyi
bir çocuk olduğundan olsa gerek bir gün Şirinler Köyü’nü görebilen o talihli
kişinin kendisi olduğunu düşünerek gülümsedi.
Meydan, köy gibi küçüktü. İçerde
dört, dışarıda üç masası olan bir kahve, bir büfe kadar dar bakkal ve bir de tek
kubbeli cami vardı. Yine her eşya ve mekân içi-dışı mavi renkteydi. Yukarı ve aşağı
doğru uzanan daracık yol ise köyün sokaklarını oluşturuyordu. Biraz aralıklı
sıralanmış evlerse domino taşlarını andırıyordu. Köy yüksekçe iki dağın arasındaki
vadi yamaçlarına kurulmuştu. Meydanın altında iki sıra açılmış oyuklardan buz gibi
suyuyla akan gümüş rengi bir dere de vardı. Arazi şartları tarım için kısıtlı,
hayvancılık içinse imkân tanıyordu. Ancak az nüfuslu köyün gençleri şehre veya
büyükşehirlere göç ederken yaşlılar ve köye bağlılığı bulunanlar mevcudu
oluşturuyordu. Köye ve doğaya şöyle bir baktı. Uzun yıllar olmuştu gelmeyeli ve
ne o köyden birilerini tanıyordu ne de köylüler onu tanıyabilirdi. Kahvenin dışındaki
mavi masalarda oturanlara doğru gidip:
--Hayırlı günler ola,
merhaba, dedi.
Kahvedekilerin gözleri
epeydir onun üzerindeydi ve dikkatlice izlemişlerdi onu. Kimlerden olabilir
diye çıkarmaya çalıştıkları belliydi. İçlerinden başında lacivert kasketi,
saçına bıyığına düşmüş akları, yuvarlak yüzü, zeytin gibi siyah gözleri, soluk
mavi memur ceketi, turkuaz yeleği, köstekli saatiyle koca göbekli bir amca
davetkâr bir sesle:
--Hoş gelmişsen deliganlı,
geç otur hele, Rasim bi çay getiriver bura, biz de sana bagar idig demünden berü,
bu cocug aceb kimlerden ola diye düşünür durur idig. Kimsin sen?
--Ben Ali, Yaman Hasan’ın
torunuyum. En son ninem öldüğünde geldiydim köye, çocuktum o zamanlar. Şimdi
üniversitede gazetecilik okuyorum.
--Haa, demeg Yaman’ın
torunusun. Ben bildiydim amma kimseye dimedim. Gozüm seni ısırdıydı zati. Hemi
de kaztecisin öyle mi, aferin!
Kahvedeki herkes bu masanın
etrafına toplandı. Kimi sandalyede kimi ayakta kimi arkasında durarak bir
çember oluşturdu. Selam verenler, kendi aralarında fısıldaşanlar, yoldan geçip
katılanlar derken köyün tüm erkekleri oradaydı. Kendini ünlü biri gibi
hissetti. Masaya telefonunu, not defterini ve kalemini koyunca hayran
kitlesinde birden sessizlik oldu.
--Ailemle buraya dedem için
geldik. Maalesef ki dün akşam zehirlenmiş ama onu bulanlardan Allah razı olsun.
Eğer gören olmasaydı ve vaktinde hastaneye yetiştirilmeseydi bugün köyde
cenazesini defnediyor olacaktık. Sizlere çok teşekkür ederiz.
--Ben yoh idim ama Muhtar
Emmi’ylen Gaveci Rasim ve Nureddin alıp götürmüşler. Kim olsa aynı şeyi yapar
idi. İnsaniyetlig nâmına. Yaman Emmi’yi sever sayarız, büyüğümüzdür bizim o. Gurtulduğuna
sevindig. Daş gibidir zati. Golay golay heç bi şey olmaz ona evelallah!
--İnşaallah, tekrardan çok
sağ olun. Yalnız merak ettiğim bir şey var. Onu dün gece hastaneye götürenler, doktorlara
akrep soktuğu için zehirlendiğini ve…
--Akrebler sokmuştur tabii,
yüzü boynu gıpgırmızı idi, her bir yeri boncug boncug ter idi.
--Ama akrepten değil,
mantardan zehirlenmiş dedem.
--Mantardan mı? Heç
inanmayız. Yaman bu yaşına deg hep mantar yiyip durdu, sever de, zehirli ve
zehirsizi de pek eyi biliverir.
--Komşusu Mehmet Abi dağdan
toplayıp getirmiş, hatta pişirip de vermiş. O da ona güvenerek yemiş. İki saat
sonra da fenalaşmış.
--Kırca Memed’de eyi
biliverir mantarı. Dedeni akrebler zehirledi yegenim!
--Doktorlar baktı, tahliller
yaptı, akrep sokması yok vücudunda, midesini yıkadılar, hep mantar artıkları
çıkmış. Tıp bilimi yalan mı söylüyor? Kesin olarak mantardan zehirlendi. Ama
onu getirenler demişler ki bunu yapsa yapsa “Akrep Kral” yapmıştır, kim bu adam?
Onun için geldim ben buraya.
--Dohturlar öyle diyosa
doğrudur o zaman. Tıp yanılmaz, biz yanıldıg. Deden zehirleniverince aglımıza mantar
felan heç gelmez, akreb gelir. Köylüg yirlerde akreb, çiyan, yılan oluverir
zati ama burda bütün akrebler Akreb Gral’ın yanında olur. Şincik bu şahıs köylümüzdür.
Amma köyde oturmaz. Bag şu dağın tepe yanını görüyon mu? Orda patiga yol
vardır. O yol üzerinde de viran, yıkık bi harabe han vardır. Hah, işte oracıkta
oturuvermektedir. Zemanında ora yol imiş, işleg imiş, kervan imiş. Kervan yolu
ise bittabi o yol boyunca da hanlar olur demi?
--Niye orada yaşıyor ki?
Köyde kimi kimsesi yok mu? Akreplerle işi ne?
--Bu bebekkene yetim galdı.
Babacığı tarlada buğdey biçmegle orag sallar iken galbi duruvermiş. Anasıylan
yek başlarına galıverdiler. Gadıncaz şu dağlık yere çıgıp o tepenin ardında düzlüg
alanlar var, üc beş kara kovanı var imiş sıralı. Ondan bal alıp pazarlarda
sataragdan geçim yapar imiş. Tabii o zaman üc dört yaşlarında olan bu cocuğu kovanlara
yaklaştırmayıverir, arılar sogmasın diye, uzaktan görebileceği mesafe gadar ağaçlıkların
içinde koyuverir imiş. İşte bir gün, anası petek balı torbasına goyup cocuğunun
yanına gidiverince bi de ne görsün? Cocug yerde gıpırtısız boylu boyunca yatır,
üstünde akrebler dolaşır durur imiş. Tabii ana yüreyi işte, kim evladını öyle görse
dayanabilür ki? Cocuğunu akrebler öldürdü diye şoka girmiş, ona da o anda inme
inivermiş. Ben yine yoh idim oraya gidildiğinde, okuldaydım herhal, babamgiller
gitmişler idi. Tam bir günden fazla zemandan sonra keçilerini otlatıverirken
Çoban Sülüman onlara rast gelivermiş. Gorkmuş, koşaraktan köye inmiş, haber
etmiş, Herkes oraya gitmişler. Bahmışlar ki ana ölmüş ama cocug oturup durur,
akreblerle oynaşır imiş. Cocuğun etrafında sürüylen akreb gezermiş, o kalkıp yürüse
onlar peşinden, otursa yanında üstünde gezer imişler. Amma hiç sogmaz imişler.
Civciv gibi zararsız dolaşırlarmış. Köylü hayretler içinde öylece galagalmış. Cocuğa
seslenseler o gelirkene akreb sürüsü de tıgır tıgır gelir imiş. Hemi de kuyruklarını
dike dike! Gorgudan yaklaşamamışlar, nabacaklarını bilememişler. Sonracıma
Muhtar Emmi demiş ki, az yukarıda eski patiga yoluna çıgaralım bunu, ilerisinde
harabe han var, orada olsun da köye gelmesin yohsa hepimüz akreb sogmasından zehirlenirig
de telef olur gideriz. Yarımız da burda galsın, cocug gidince anasının ölüsünü
alıp köye götüreg ve usulünce mezarlığa gömüvereg. Köylü muhtara hak vermiş,
dediği gibi de yapmışlar. İşte o gün bugündür o handa akrebleriyle yaşar durur.
Büyüyünceye gadar köylü aileler sıraylan o hanın gırık kapısına her gün yemeg,
giyeceg, odun, su, öte beri bıragıp dönerler idi. Bu deliganlı olunca bir gün
köye iniverdi. Tabii üzerinde, arkasında akreb ordusuylan beraber. Herkes
evlerine kaçışıverdi. Evlerden camlardan bağırıverdik. “Git burdan, öldürecen
mi bizi? Bah gadınlarımız, yavrularımız senden nasıl gorgup feryad figan edip
ağlamaktalar? Biz senin ihtiyacını getirip duruz. Sen gelme köye böyle!” diye
nidâlar eyledig. Neyse ki Allah’tan dinledi bizi. Biraz etrafa bakınıp da zehirli
böcekleriylen çekip gidiverdi. Nasıl gorktuk, aman aman! Üc günde tüm köyü
maviye boyayıverdig ki akrebleriyle daha da gelemesin. Cocuglarımız, o günden
sonra ona “Akreb Gral” diyiverdiler. Yine her güne ona her türlü şey alıp yapıp
hana bırakıveririz, anadın mı şindi Ali Bey evladım?
--Valla çok enteresan, ne
diyeceğimi bilemedim. Akreplerin ona zarar vermemesinin ve onun yanından
ayrılmayışlarının mutlaka bilimsel bir sebebi ve açıklaması vardır. Peki köyde
onun gibi böyle olan hiç olmuş mu yani çok eski zamanlarda? Acaba başka
köylerde de böyle biri var mı ki?
--Vallaha bilim ne der buna
bilemeyiz. Köy tarihimizde böyle bir vaka, daha önce heç yogdur. Dedelerimiz,
ninelerimiz öyle didiler. Başka köylere de gittig, sordug, soruşturdug amma ne
böyle biri var ne de bize kimsecikler inanıverdi. Ama hakikat bu ve ahanda o
harabede yaşayıp durur!
--Fareli köyün kavalcısı…
Muhakkak bu gizemin bir izahı olmalı. Bence ya kanı farklı, kanında, hücrelerinde
olağanüstü bir element, bir şey var ya da dağda öyle bir endemik bitki var ki bu
çocuk ondan yedi ve bu sıra dışı özelliklere sahip oldu ya da en son şık bu
çocuk dünyalı değil!
--O bizim köylümüz, burda
doğdu, bu net! Ne gadar gorksak da ondan ve akreb arkadaşlarından o bizim Akreb
Gral’ımız. Bence de ve bizce de bu bir mucize kazteci gardeşim! Cenab-ı Mevlâ’nın
sırrına kim akıl erdirebilir yani? Öyle demi ey müminler?
--Tamam da Yüce Yaradan hep
düşünmemizi, sorgulamamızı, araştırmamızı, beşikten mezara kadar ilim
öğrenmemizi emretmiyor mu? İşte ben de bakın araştırmaya, bu gizemi çözmeye
geldim. Akrep Kral’ı bilim adamları, doktorlar incelese, üzerinde deneyler
yapsa tam sağlığına kavuşabilir, normal insanlar gibi, sizin gibi bir hayatı olabilir.
Dedemi kurtardınız niçin, insanlık nâmına değil mi? Akrep Kral’ı da
kurtarabiliriz, insanlık nâmına! Beni o hana götürebilecek biri var mı
aranızda? Gidip onunla konuşmak istiyorum.
--Güzel didin şindi Ali Bey
oğlum. Hadiyin hep beraber çıgalım hana. Gralımızı ziyaret edeg!
Köy ahalisiyle birlikte, bir
saatlik yorucu bir tırmanıştan sonra han kapısına ulaşmışlardı. Kapıya taşlar atıp
ona bağırarak seslendiler. Az sonra, kırık dökük ağır tahta kapı sonuna kadar açıldı.
Otuzlu yaşlarında, esmer, karnına kadar inen kirli paslı ve gür kara sakalıyla,
başında yıpranık beyaz bir fötr şapka, diz kapaklarına dek gelen eskimiş, hâki
rengi bir pardösü, içinde cepli soluk beyaz bir gömlek, sarı keten bir pantolon
ve tozlu kahverengi çizmeleriyle orta boylu bir insan beliriverdi. Bakışları
donuk, yüzü ciddi bir tavırdaydı. Bu hâliyle korsan kaptanlara benziyordu. Karizmatik
ve gizemliydi. Üstünde, omzunda, göğsünde, ceplerinde gezinip duran irili
ufaklı akrepler vardı. Ayaklarının dibinde, çevresinde, hanın her yerinde hatta
hanın dışındaki toprakların ve kayaların üzerinde binlerce renkli akrep kuyruklarını
dikmiş, bir ileri bir geri, bir sağa bir sola dolanıp duruyorlardı. Hayvanların
efendisi, bölgenin kralı olduğu belliydi. Elini şöyle karşıya doğru bir kaldırsa
akrep askerleri sel olup saldıracak gibiydi. Böylesi olağan dışı bir manzaraya
şahit olmak hem çok ürpertici hem de inanılmaz bir deneyimdi.
Köylü geri geri küçük adımlarla
uzaklaşmaya başlasa da o soğukkanlılığını koruyup ileriye doğru yürüdü. İki
metre kadar yanına geldi. Bir süre göz göze bakışıp sonra birbirlerini tepeden
tırnağa süzdüler. Elini uzatıp gülümseyerek ona:
--Merhaba Akrep Kral, ben
Ali, dedi. Seninle tanışmaya geldim.
Kendisine uzatılan ele
baktı. Sonra tekrar başını kaldırıp yüzüne, gözlerine dikkatlice baktı.
Üzerindeki ve yerdeki akrepler vızır vızır daha hızlı hareket ediyorlar,
birbirleriyle çarpışıp duruyorlardı. Köylüler nefeslerini tutmuş, ağaçların
arasından pürdikkat onları izliyorlardı. Bir ara elini uzatır gibi oldu ama vazgeçti.
Sonra başını köylülere çevirerek bir süre de onlara baktı. Hafiften esen yel,
ağaçlardaki yaprakları sallandırıyor ve yerden toz kümeleri kaldırıyordu. Ani
bir hareketle gerisin geri döndü ve ağır adımlarla hana doğru yürüdü. Akrepleri
de peşinden sadık köleleri gibi takip etti. İçeri girdi ve kapıyı kapattı. Ali
hemen cebinden telefonunu çıkardı, tuşladı ve duyulabilir bir sesle konuşmaya
başladı.
--Sevgili hocam, merhaba,
nasılsınız? Teşekkür ederim, ben de iyiyim. Köyümdeyim şu an ve hem ülke
gündemine hem de dünya gündemine ilk sıradan girecek bomba bir haber var
elimde. Basın-yayın kuruluşlarıyla ilişkiniz ve medyatik çevreniz malûm, çok ses
getirecek olağanüstü bir olay. Tabii ki haberin detaylarını anlatacağım, hatta
haberin sürmanşeti bile hazır:
“Yaşayan Efsane Akrep Kral!”