ÖRNEK-1ORHAN KEMAL-MURTAZA
“Bir usta demek, bir amir demek. Lazım göstermek terbiye, olmak numune vatandaş etrafına. Nedeen?
Çünkü ameleler alacaklar ders ustalarından. Öğrenecekler nedir terbiye, hem da zaptı rapt. Olursa bir usta laubali, bilmez ise nedir vazife bir sırasında disiplin, gelmez amelelerin akılları başlarına.”
Fen Müdürü hiçbir şey anlamadığı halde: “Doğru.”
Murtaza:“Sonra müdürüm, isterim fabrikada bir kurs.”
Fen Müdürü hayretle baktı: “Kurs mu? Ne kursu?”
“Lazım ustalara, hem da amelelere... haçan dolaştım fabrika içlerini, gördüm, ettim tedkik her bir
şeyleri mahallinde. Lakin beğenmedim disiplinden yana.”
ÖRNEK-2
Orhan Kemal / Grev
Numara
…Ellerini ovalıyordu. Acı acı güldü, sonra içini çekti. Parmaklarıyla oynarken söze neresinden başlayacağını kestirememişe benziyordu. Belki de acıma duygumu gıdıklamak için numara yapıyordu. Belki değil, elbette öyleydi. Öyleydi ama, pek pek bir tabak kuru fasulyeye kavuşmak için elli, belki de altmış yaşındaki bir insanın numara yapmak zorunda kalışı acı değil miydi? Kuru fasulye değil de koltuk meyhanelerinden birinde şarap içebilmek için bile olsa! Yumrukla adam öldürmesi, taş kalpliliği, şusu busu... Bütün bunlar yalnız onun suçu muydu?
Bir insan, ekmeğiyle şarabı bulabilmek, onlara kavuşabilmek için neden “numara” yapmak zorunda kalmalıydı? Topluma karşı olan ödevini yerine getirmiş bir insan huzuruyla hiç kimsenin karşısında küçülmeden sıcak yemek, zevkle içilen içki, rahat bir döşek bulmak, insanlığının hakkı olmamalı mıydı? Birden dikkat ettim, ağlıyordu.
- Ölü mevsim -diye kekeledi- ölü mevsim dolayısıyla işsizim beyefendi. İşsiz ve açım?
Elimde olmayarak soruverdim:
- Hasta kızınız ne oldu?...
ÖRNEK-3
Rıfat Ilgaz / Radarın Anahtarı
Öksürük
…Otelin her şeyi güzeldi, havası, suyu, hele yemeği! İşsiz geçen yıllarımı unutmuş, dünyayı yeniden sevmeye, in-sanlara yeniden ısınmaya başlamıştım. Kulağımın dibinde güm güm öten cazın davulu bile hoş geliyordu bana. Bu yemek süresi içinde yeni arkadaşlar bile edinmiştim. Salon-da kahvemi içerken:
“Direktör çağırıyor!” dediler.
İki yıldır rengini, biçimini, daha doğrusu kişiliğini yitiren ceketimin düğmelerini ilikleyerek girdim Direktörün yanma. Koskoca Direktör, yemekten önce sunduğum kartvizitin yüzü suyuna, şöyle bir kımıldandı yerinden. Uzanan iri bir şövalye yüzük, benim gibi iki adamın yan yana oturabileceği, bir koltuğu gösterdi:
“Buyurun!”
İlk sorusu, üç yüz, lirayı kabul edip etmeyeceğim oldu, aylık olarak...
Yıllardan: 1946!... Bu üç yüz liranın değerini anlatmam bilmem gerekir mi? Bu üç yüz liraya şunları da ekleyelim: Yatıp kalkacak temiz bir yatak... İstediğim zaman içine girebileceğim bir banyo küveti... Cazlı çalgılı bir yemek salonu... Temiz hava... Okuyup yazmak için bol zaman... Hiç düşünmeden:
“Kabul!” dedim…
Göğsü bağrı açıktı. Elinde orak vardı. Ekin biçiyordu. Yüzünü toprağa, sırtını güneşe vermişti. Tarladaki ekini kurtarmaya çalışıyordu. Sırtında kaput bezinden bir iç gömleği vardı. Dışlığı yoktu. İç gömleği kirden meşine dönmüştü. Elindeki orak küçüktü, koç boynuzu kadar bir şeydi. Bu yılın buğdayı geçen yılın buğdayından uzun gibi geliyordu gözüne. Dizine çıkmıyordu ama kıraçta ne buğdaylar olmuştu bundan boysuz. “Biz bu topraklarda çok buğdaylar gördük bacaksız, çok arpalar biçtik cüce.” dedi içinden. Adam usta orakçıydı. Ama ustalık para etmiyordu kıracın ortasında. Bunalıyor, ikide bir dikiliyor, elini kalçasına koyup küçük, kaplumbağa gözlerini kısarak aşağılara, yola bakıyordu. Gelip geçen “otopos”ları izliyordu. Ama çok dikelemiyordu, karısı mız mız ediyor, oğlu kararıyordu. Gözünün kuyruğuyla baksa anlardı. Yüzde yüz kızıyorlardı.
TOPRAK
Ayşe, sabahın erken saatlerinde güneş doğmadan tarlaya gitmek için yola çıktı. Üzerinde yıpranmış bir elbise, elinde bir sepet vardı. Tarlada çalışmak, ailesinin geçimini sağlamak için tek çaresiydi.
Sürekli eğilerek, toprağı süzüp mısırları toplarken, yanındaki komşusu Fatma ile sohbet etti. “Yine aynı fiyatlar,” dedi Fatma, hüzünle. “Ama her şeyin fiyatı artıyor.”
Ayşe başını salladı. “Bu toprak bize her şeyimizi veriyor, ama biz her yıl biraz daha fakirleşiyoruz,” dedi. İkisi de güldü, ama gülüşlerinde acı bir gerçek vardı.
Öğle vakti geldiğinde, Ayşe bir anlığına dinlenmek için oturdu. Gözleri tarlanın uzaklarına kaydı. Hayali, bu çamurlu yolda yürüyen çocuklarının daha iyi bir hayat yaşadığıydı. Ancak gerçek, her yıl biraz daha zorlaşıyordu.
Akşam güneşi batarken, Ayşe sepetini doldurdu. Yine yorgun ama umut doluydu. “Bugün de başardım,” diye düşündü. Toprak, emeklerinin karşılığını vermese de, Ayşe bir gün her şeyin değişeceğine inanıyordu.
ÖRNEK-6
Sesler
Mustafa, sabahın ilk ışıklarında fabrikaya yürürken yüzündeki yorgunluk belirgindi. Her gün aynı saatlerde, aynı yolu kat ederek işine varıyordu. Fabrikanın kapısı açıldığında, metal sesleri ve makinelerin gürültüsüyle dolan hava, onun hayatının bir parçası olmuştu.
Bantta çalışırken, yanındaki arkadaşlarıyla kısa sohbetler yapmaktan başka çaresi yoktu. “Bu tempoda ne kadar daha dayanabiliriz?” diye sordu Mehmet, elleri yağ içindeyken. Mustafa, başını sallayarak “Bilmiyorum, ama ekmek parası,” dedi.
Fabrika, kârını artırmak için işçilerin saatlerini uzatıyor, ancak onların hayatında hiçbir değişiklik olmuyordu. Geçim sıkıntısı, faturalar, çocukların eğitim masrafları derken, bir gün başka bir iş bulmayı hayal bile edemiyordu.
Akşam işten çıkarken, gün boyunca duyduğu metal gürültüsü hâlâ kulaklarında çınlıyordu. Dışarıda güneş batarken, Mustafa çocuğuna daha iyi bir gelecek sağlama umuduyla yürümeye devam etti. Belki bir gün, bu sesler yerini başka hayallere bırakacaktı. Ama o güne kadar, sabahları aynı yolda yürümeye ve mücadele etmeye kararlıydı.